“O gün, her bir göze sonsuz sabırla enjekte edilen sodyum klorür ve magnezyum nitrat karışımının bilimin gidişatını sonsuza dek değiştireceği gündü. Çok sayıda kısırlaştırma, anestezi olmadan yaptığı ameliyatlar, deri altı enjeksiyonlarla derinin rengini değiştirmeye yönelik hüsranla sonuçlanmış girişimler ve ikiz kardeşlerin damarlarını birleştirip Siyam ikizlerini yarattığına inandığı ama sonra onları sudan çıkmış balıklar gibi nefes nefese bulduğu gece... Eğer bu çocuğun göz rengini değiştirmeyi başarırsa tüm başarısızlıkları unutulacaktı. Son on yılda, soldakinin irisi mürekkeple boyanmış (sağdakinin gözleri aşırı dozla yanmıştı), optik sinirleri kimyasallarla felç olmuş, kollarında onları sıradanlıktan kurtarmak için batırılmış binlerce iğne iziyle Rumen ikizlerini, katıldığı Irksal Saflık konulu tıp kongrelerinde sahneye çıkardığını kim bilir kaç kez hayal etmişti. …Kan ve genlerin saflığı için yapılan milyonluk yatırımlar boşuna değildi. Çünkü gerçek savaş buydu: saflık ve melezlik arasında olanı…”


Arjantinli yazar ve yönetmen Lucia Puenzo’nun Wakolda adlı romanının açılışındaki bu dehşetli satırlarda, tarihe ‘Ölüm Meleği’ lakabıyla geçen Auschwitz canavarı Dr. Josef Mengele’den söz edildiğini anlamışsınızdır. İkinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra Almanya’dan Arjantin’e kaçan, 1979’da Brezilya’da ölene dek ‘ari ırk’ deneylerini sürdürdüğüne inanılan Mengele, bu hikâyede fiziksel gelişimi yeterince hızlı olmayan 12 yaşındaki Lilith adlı kız çocuğu ve onun ikizlere hamile annesi üzerinde deneyler yapıyor.

Puenzo’nun 2013’te The German Doctor/Aile Doktoru adıyla sinemaya da uyarladığı kitabın -ve dolayısıyla filmin- bence temel sorunu, yazarın Mengele’ye duyduğu hastalıklı hayranlığı gizlemeye hiç gerek duymaması. Anlatının çoğunluğu, özellikle politik söylemle ilgili kısımları, Mengele’nin eylem ve düşüncelerinden oluşuyor. Çocuk cinselliğini Nabokov’un Lolita’sına benzer bir ‘pedofilik iştah’la anlatan romanda Mengele, hiç telaşa kapılmayan, her durumda kendi başına ayakta durabilen, soğukkanlı ve karizmatik bir karakter olarak sunuluyor. Lilith’in Alman okullarında yetişmiş annesinin Nazi hayranlığı da anlatıyı Stockholm Sendromu’yla sado-mazoşist fanteziler arasında bir yere taşıyor.

Lucia Puenzo’nun hem romanlarında hem de filmlerinde -özellikle XXY’de (2007)- ‘bedensel modifikasyon’ konusuna bariz bir arzuyla yaklaştığını görebilirsiniz. Bu arzu kendi başına sorunlu değil, hatta David Cronenberg gibi bir ustanın elinde muhteşem varoluşsal anlatılara da dönüşebiliyor; ama konuyu bir psikopatın tutkularına indirgeme yanlışına düşünce, neredeyse “kendisi iyi de çevresi kötü” sözündekine benzer bir söylem düzeni ortaya çıkıyor. Bu, bir roman ya da filmin ideolojik-estetik tavrı olarak bile yeterince sorunlu bir durumken, bir de toplumsal karşılığı olduğunu düşününce hafakanlar basıyor.
Nazilerle Amerika arasında çok hastalıklı bir ilişki bulunduğunu biliyoruz. ABD, Ataş Operasyonu’yla (Operation Paperclip) çoğu bilim insanı olan yüzlerce kişiyi, Nazi Partisi’yle ilişkilerini hiç umursamadan ve Nürnberg Savaş Suçları Mahkemesi’ne çıkmalarına fırsat vermeden kaçırıp müreffeh bir hayat sağlayarak kendi laboratuvarlarında çalıştırdı. Arjantin diktatörü Juan Peron, 1946’dan itibaren yüzlerce Nazi savaş suçlusunun Vatikan ve Kızıl Haç üzerinden kaçmasını sağladı. O da bu insanları güya Kuzeydekiler gibi kullanmayı düşünüyordu. Peki sonuç ne oldu?

Sonuç, Güney Amerika’da faşist diktatörlüklerin insan kıyımları oldu. Şili’de 1973’te Allende’yi öldürerek başa geçen Pinochet’nin yanı başında göçmen Naziler vardı; Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay ve Peru’da Nazilerin hep üst kademelerde görev aldığı ABD destekli darbeler yapıldı; Bolivya’da solculara yönelik her katliamın altında imzası bulunan ‘Lyon Kasabı’ Klaus Barbie, Che Guevera’nın öldürülmesi operasyonunda CIA’den bile daha etkin bir rol üstlenmişti.

Ama gerçek sonuç bu da değil, çünkü faşist modifikasyon süreci devam ediyor: Örneğin ben bu satırları yazarken sandık başına giden Şilili seçmenlerin karşısında duruyor süreç: İkinci tura kalan cumhurbaşkanı adaylarından biri Gabriel Boric, 35 yaşında bir sosyalist, belki yeni bir Allende… Rakibi ise, aşırı sağcı José Antonio Kast; Peron sayesinde Şili’ye göç eden, Nazi Partisi üyesi olduğu resmi olarak kesinleşen Michael Martin Kast’ın faşist neo-liberal oğlu…
Güney Amerika’nın çocukları, 530 yıl önce başlayıp 1945’ten itibaren alabildiğine hızlanan modifikasyonun sonuç verip vermediğini, Mengele aşısının tutup tutmadığını gösterecek.