Katman katman bir roman

FADİME USLU

Leyla Ruhan Okyay’ın son yazdığı çocuk romanı, ‘Ev Değil Çarşamba Pazarı’, sadece çocuklara değil her yaştan okura birçok önerme sunuyor. Yazar, karakterler aracılığıyla ne denli güçlü bir hikâye kurulabileceğini anımsatıyor bize. Kurduğu dil bağlantılarıyla ben ve biz bilinci üzerinde duruyor. Olay örgüsünde sınır kavramının açık ve gizli olan boyutlarını ele alıyor. Evrensel ve yerel değerlerin hayatı etkileyen gücünü gündeme getiriyor.

KARAKTERİN ETKİNLİK ALANI

Çocuk kitaplarında karakterin olaya feda edilmesi riski vardır. Yazar, okurun dikkatini çekebilecek olayları anlatırken, karakteri edilgen konumda bırakabilir. Oysa, karakterin kişilik özellikleriyle metinde etkili bir biçimde yaşaması, okuma deneyiminin başında olan çocuklar için son derece kıymetli. Okurun, kitaptaki karakterle özdeşlik kurmaya yatkınlığının ötesinde bir durum bu. Yazar metninde hikâye kişisini güçlü ve güçsüz yönleriyle var edip yaşattığında, okura, onu tanıması ve anlayabilmesi için bir bakış geliştirmesini önerir. Yazar açıkça gösterdiği, işaret ettiği ya da ima yoluyla anlattığı durumları, tutarlı biçimde örülmüş bir karakterle canlandırırken okur da onu zihninde canlandırır. Dolayısıyla hikâye kişisinin metin için de okur için de önemi büyüktür.

‘Ev Değil Çarşamba Pazarı’nda sapasağlam karakterler çıkıyor karşımıza. Anlatıcı görevini üstlenen Sinan, kitabın başında kendisini, aile bireylerini, arkadaşlarını, komşularını tanıtıyor bize. Olay ve durum kesitlerinde, her birinin özelliği iyice beliriyor. Hikâyede olaylar gelişirken karakterlerin tercih yapması, karar vermesi için alan oluşturuluyor. Bu sırada hiçbiri kişilik yapısından ödün vermeden tercihte bulunuyor. Girişte anlatılan, bir ayrıntıymış gibi aktarılan bir özellik, olay gelişiminde kilit noktası hâline geliyor. Metin içindeki böyle bağlantılar hayatın içindeki bağlantıları, ilişkileri işaret ediyor.

Karakterlerin her biri, kimi görünür kimi görünmez sınırlarla çevrili. Sözgelimi, Sinan’ın üstündeki sınav baskısı, onun zamanı ne biçimde yöneteceğini belirliyor. Sinan’a bir sınır çiziyor bu. Arada sırada okulu kırmayı, arkadaşlarıyla eğlenmeyi engelleyen kuralların sınırına; ailenin ve toplumun çocuktan beklentileriyle biçimlenen sınırlara dikkatimizi çekiyor yazar. Dış koşulların belirlediği sınır olgusunu işlerken bir başka noktada kişinin kendi kendine koyduğu sınır ve sınırlandırmaları gösteriyor bize Okyay. Bu noktada, Baba Mahir Bey’in içindeki sınır, ev temizliği konusunda ortaya çıkıyor. Aynı zamanda bir engeli ifade eden sınırları aşmak konusu hikâyenin doğal akışına yön veriyor. Bir sorunun üstesinden gelmek için gösterilen direnç, beraberinde umut kavramını da getiriyor. Sinan’ın sorunları kontrol altına alıp onları akılcı biçimde çözme becerisinin okurlara ilham vereceğini düşünüyorum.

Kitabın ana karakterlerinden Salih Dede, sınırları belli olan yaşamında başka bir eve göçmeyi düşlüyor. Bunu gerçekleştiremeyince evin tavanında kendine yeni bir yaşam alanı açıyor. Konuşurken “H” harfini yutan Dede’nin sözlerindeki nükteyi kısa tutuyor yazar. Ama derin, etkisi son derece uzun olan anlamlar yaratıyor. Sözgelimi, onun, “Oğlum Sinan, inan bana, er şey sorgulanabilir!” sözünü hatırlıyorum sık sık. Dede, metnin girişinde hikâye için bir bellekti. Onun varlığındaki bu temsil, süreç içerisinde çeşitlendi. İronisi, duygusal yaşantısı, olaylara yaklaşımıyla aklın boyutlarını, yüreğin coşkusunu hissettiren insan sıcaklığının kaynağı oldu. Roman sanatı, karakterin zaman içindeki değişimini, dönüşümünü ele alır genellikle. ‘Ev Değil Çarşamba Pazarı’, ana karakterlerine bu imkânı tanırken onların kendi içlerine de bakmalarını sağlıyor.

BİZ DİLİ

Romanın bir yerinde Sinan şöyle diyor; “Balkondaki kırlangıç ailesinin bebekleri epeyce büyüdü. Her gün anne babalarının denetiminde uçuş denemeleri yapıyorlar. Onları izlemek bizi eğlendiriyor. Anne ve babaları, onlara bazı ipuçları veriyor sanki. Ailece konuşuyorlar. Biz de aval aval izliyoruz. Dil bilmemek kötü.” (s.88)

Sinan, biz diliyle konuşurken, okurun bilincini biz kavramını düşünmeye yönlendiriyor. Balkonlarına yerleşen kırlangıçların, kendi hayatlarının ne denli içinde olduğunu ifade ediyor. Kırlangıç ailesi de bizden biri oluyor. Kırlangıçların “bebekleri” diyor, Sinan. Bu sözcük tercihi, kuş yavrusunu kendi ailesinden biri olarak düşündüğünü de açıklıyor. Sinan’ın kendiliğinden söyleyiverdiği bir söz bu. Yazar, dildeki biz bilincini açmak için girişimde bulunuyor. Anlatıcı, “Dil bilmemek kötü” cümlesiyle, metinde görülmeyen ancak varlığı hissedilen örtük okura bir işaret gönderiyor. Kuşların özel yaşamına göz kırparken, kuşları dinlemeye, onların dilini anlamaya davet eden bir tavır sergiliyor.

Leyla Ruhan Okyay, kırlangıç sembolüyle yer yurt konusunu da işliyor. Göçebeliği, göçmenliği, bir yere -bir yurda ait olmakla orada konuk olarak bulunmayı kurgunun katmanlarında ele alıyor. Kişinin yaşadığı coğrafyanın ötesini görmeye, farklı ülkelerdeki yaşayışla ilgilenmeye yönelik merakı tetikliyor.

Biz dilini, ben diliyle birlikte kitabın sonuna dek yaşıyoruz. Dilin esneyebileceğini, sürekli hareket hâlinde olduğunu hissettiren bir tavrı var Okyay’ın. Ürettiği yeni sözcüklerle ve kişilerin dili kullanma biçimiyle gerçekleştiriyor bunu.

Anlatıcının biz vurgusu, okuru metne katılmaya davet ediyor. Biz olmaya çağırıyor. Anlattığı karakterlerin, olayların, durumların içindeki gerçeğe daha yakından bakmamızı öneriyor. Okurun onları kendi gerçekleriyle tanıyıp anlayabilmesi için bir alan oluşturuyor. ‘Ev Değil Çarşamba Pazarı’ kitabının özellikle, okurların “görme biçimi” ve “bakış türleri” konularındaki deneyimlerini artıracağından kuşku duymuyorum.

***

Birbirine arkadaş olan kitaplar

Neil Gaiman’ın dilimize “Babam Süt Peşinde” adıyla çevrilen kitabıyla Davide Cali’nin yazdığı “Okula Gelirken Çok Komik Şeyler Oldu” kitabı arasında çok yakın bağlar var. Her iki kitabın hikâyesi, şaşırabilmek, merak duygusunu yitirmemek, anlamak için gayret etmek meseleleri etrafında gelişiyor. Her iki kitapta olay akışının hareketiyle muzip anlatımının ritmi öylesine uyumlu ki, metnin içinde adeta kaybolup kendini yeniden buluyor okur. Masal türünün en sık işlenen işlev ve eylem alanlarından “bir yolculuğa çıkma” ve “engelle karşılaşma” durumları kahramanların eşi benzeri bulunmayan maceralarını biçimliyor. Yaratıcı düşüncenin, hayal kurmanın ne denli şahane, eşsiz bir deneyim olduğunu vurgulayan bu arkadaş kitapları peş peşe okumak, yazarların duygu ve düşünce arkadaşlığına eşlik etmeyi de getiriyor beraberinde.