Geçen haftaki yazımızda Osman Kavala’ya açılan yeni davanın iddianamesinin, daha önceden yargılandığı “Gezi” ve “15 Temmuz” isnatlarına ilişkin olduğunu, İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nde beraat kararı verildiği halde bu suçlardan yeniden yargılandığını ve böylece “ne bis in idem” ilkesinin rafa kaldırıldığını ortaya koymuştuk. Sadece 30. Ağır Ceza Mahkemesi kararı da değil; bu suçlara dair makul bir şüphe bulunmadığını tespit eden AİHM kararı da var (Kavala/Türkiye, Bşv. N. 28749/18, 18 Aralık 2019).

İddianamede sanık olarak gösterilen ve Osman Kavala’nın “baz birlikteliği” ile “ilişkide olduğu”, böylece “hükümeti devirmeye teşebbüs ettiği”, “casusluk yaptığı” iddia edilen Henry Jak Barkey adlı Türk vatandaşı sanıktan bugüne kadar ifade alınmaması dikkat çekicidir (“Baz birlikteliği”, İstanbul Taksim’de gezdiğiniz sırada, o sırada Taksim’de olan bir şüphelinin telefonun sinyal vermesi halinde, sizin salt orda bulunmanız nedeniyle onunla irtibatlı ve “otomatik suçlu” sayılmanız demek!)

Kavala’ya atfedilen “eylemler” şunlar: “Küçük Kara Balıklar, Güneydoğu’da Çocuk Olmak adlı belgesel filme, Dersim’de köylerin yakıldığına dair 1994 adlı belgesele maddi kaynak göndermek, KHK ile mesleğinden çıkarılan çok sayıda kamu görevlisine para göndermek”. Yani Osman Kavala’nın on yıllardır vakfı aracılığıyla destekte bulunduğu dernek ve sivil toplum çalışmaları “darbe suçu” olarak gösteriliyor (“Anadolu Vakfı” bünyesinde yürütülen bu demokratik faaliyetlerin Maliye Bakanlığı’nca her yıl denetlendiği ve bu faaliyetlerin yürütüldüğü yıllarda bir sorun bulunmadığını da not edelim).

Başka bir “suç”, Soros’un Açık Toplum Vakfı ile “kadına şiddet, asimilasyon, ifade özgürlüğü, çevre hakları, çocuk istismarı konularında çalışmalar yapmak” olarak sunuluyor. Bu faaliyetlerde, “Mehmet Osman Kavala’nın ayrıştırıcı amaçlarla Kürt ve Ermeni vatandaşlarımızı hedef aldığı anlaşılmıştır”. Yani iddianame ne Ermeni ne de Kürt kimliğini tanıyor, bu kimlikten insanları “vatandaş” görmüyor (“Çözüm” masallarından bu yana beş yıl geçti mi?).

Gezi’ye dair bölümlerde, “bu kalkışmayı perde arkasından Soros ile beraber yürüttüğü” iddia edilen Kavala’nın bu kapsamda neler yaptığına dair yine hiçbir kanıt sunulmuyor (Soros’un ifadesinin yedi yıldır bir kez alınmadığını da hatırlatalım). “Casusluk” suçu yönünden de hiçbir delil bulamayan savcılar, uzun uzun Türk Ceza Kanunu’nun 328. maddesindeki casusluk tanımından yakınıyorlar.

Kavala’ya atfedilen tuhaf başka bir “suç”, iddianamede “Büyükada Darbe Toplantısı” başlığı altında geçiyor: “Şüpheli Mehmet Osman Kavala’nın 22 Ocak 2016 tarihinde Joe Biden ile görüşmesinin ardından 27-29 Ocak 2016’da Avrupa Birliği’nin merkezi Brüksel’e gittiği...” (Savcılar, 15 Temmuz ve Biden arasında hayali bir irtibat, Kavala’nın ziyareti üzerinden ise “büyük bir ganimet” bulduklarını düşünmüş olmalı. Ama bu cümle bir bumerang oldu: Biden seçilir seçilmez Adalet Bakanlığı’nın, Kavala dosyasında işlem yapan yargı görevlilerinin isimlerini sorması hatırlayın).

Altına imza atan savcının Adalet Bakan Yardımcısı olarak “ödüllendirildiği” bu iddianameye, gerçek bir “iddianame” muamelesi yapmak, hukuk bilimine hakaret olur. Zira bir iddianame -asgari ve kanuni olarak- herhangi bir suç meydana gelip gelmediğini, bu suçu oluşturan eylemlerin neler olduğunu, bu eylemlerle suç arasındaki irtibatı ortaya koyan delilleri ve bu delillerin sanıkla irtibatını ortaya koymak zorundadır.

Yukarıdaki unsurları içermeyen bir iddianameyi eskiler -hukuki dille- “polis fezlekesi” olarak nitelerdi. Bu son dönemde, “istihbarat raporu” deniliyor (AKP’nin “İstihbarat Devleti” düsturuna uygun). İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2017/96115 numaralı Kavala İddianamesi o derece hukuksuzdur ki, onu “istihbarat raporu” olarak nitelemek de olanaksızdır. Bu vesikaya ancak “istihbarı değeri olmayan istihbarat raporu” denebilir.