İyi yemeyi, iyi yaşamayı ve yüzlerce insana birden ikram etmeyi pek seven Ahmet Mithat Efendi, kendisine Muallim Naci gibi bir damat, böyle eşsiz bir can yoldaşı bulunca çiftliğindeki hayat bir efsane olmuştur.

Türk edebiyatının bu iki usta kaleminin iftar sofraları, yapıtlarına üslup kadar güzellik de taşır.

Muallim Naci’nin 1850’de doğup 35 yaşlarında evlendiği, 1893’te vefat ettiği düşünülürse bu iftar sofraları 1885-93 yılları arasına, İkinci Abdülhamit Han dönemine rastlamaktadır.

Röportaj üstadı Hikmet Feridun Es, bu iki edebiyatçının Ramazan heyecanını Akşam gazetesinde 10 Ocak 1945 tarihli yazısında hikâye edecektir.

Babıâli’den gazeteden çıkıp Beykoz’a dönen kayınpeder ve damat, iki yazar, hemen iftar hazırlığına başlarlar.
Ramazan günleri çiftlik, bir kışla mutfağını andıran yemek pişirme yerine dönüşecektir
O akşam çiftlikte iki yüz kişiye iftar yemeği verilecektir. Bütün Beykoz, Akbaba, Dereseki halkı -her isteyen- iftara davetlidir.
Ahmet Mithat Efendi’nin bu daveti yapmak, konuk çağırmak için demokrat bir usulü vardır:

Çevredeki ve köylerdeki bütün kahvelere, iftar günü bildirilecek, kahveye çıkmayanların evlerine haber gönderilecektir
Ayrıca köylere adamlar çıkarılacak, “eli oklava tutan kadınlar” Ahmet Mithat Efendi’nin çiftliğine seferber edilecektir.
Ahmet Mithat bir tarafta, Muallim Naci bir tarafta önlerine konulan yufkaları yuvarlayıp yuvarlayıp büyük bir beceriyle “elif böreği” (ince, uzun yapısıyla bir adı da sigara böreği) saracaklardır.

Özellikle Muallim Naci, büyük bir dikkatle maydanozları ve peynirleri yufkanın içine düzenli olarak yerleştirerek börekleri hazırlayacaktır.

Muallim Naci’nin kızı, Fatma Nigâr bu sahneyi şöyle anlatacaktır:

“Börek olacak yufkalar o kadar fazlaydı ki, çoğu kez “Efendiler” de börek sarmaya inerlerdi. Karşılıklı sararlardı. Ve bu işe ellerinin pek güzel yakıştığını da annemden işitirdim!”

Muallim Naci, bir yandan börek sararken bir yandan da güzel fıkralar anlatacaktır.

Ahmet Mithat’ın çiftliğinde “lokma” dökülüşü de gerçekten görülecek bir şeydir.

Limon iskelesinden, Hasır iskelesinden hiç kullanılmamış, tamamıyla yeni hasırlar alınır. Bunlar sabunlarla köpürtüle köpürtüle, kehribar sarısı bir renge girene kadar liflerle yıkanır, sonra yere yayılır.

Dökülen lokmalar bu hasırların üstüne küçük küçük tepeler olarak yığılır. Bunun nedeni dökülecek lokmaların çok fazla oluşudur. Hasırlardan alınan kuru lokmalar, kazanların içinde kaynayan şerbetlere atılacaktır.
Bu sırada sofra düzeni hazırlanacaktır.

Çiftlik binasının penceresinden bakıldığında konukların önlerinde, ikişer bardak içinde, ikişer türlü ve ikişer renkte şerbetler görünmektedir. Bu iki şerbetten biri beyaz, öteki kıpkırmızı renktedir.

Bu âlemleri gözüyle gören Ahmet Mithat Efendi’nin küçük yeğeni ve bir zamanlar birçok sağlık örgütünün başında bulunmuş Doktor Mustafa Talat’ın eşi Behice Hanım sofrayı şöyle anlatacaktır:

“Bu şerbetlerden beyazı o zamanlar hümmas şekeri denilen bir maddeden yapılırdı. Pek lezzetli ve güzel manzaralı olurdu. Bunun limonlusu ve portakallısı bulunurdu. Kırmızı şerbet ise çoğu kez vişneden, bazen de gülden yapılırdı. Ve yüksek bir pencereden baktığınız zaman bu üç yüz konuğun önündeki biri kırmızı, biri beyaz renkteki şerbet bardakları gayet nefis bir görüntü oluştururdu. Sofralar santim santim ölçülür, kimsenin sıkışmasına, rahatsız olmasına meydan verilmezdi.”
Ahmet Mithat’ın iyi bir gurme olmasının yanı sıra iki özelliği daha vardır: Çok uyuması ve kavgacılığı…
İri yarıdır ve yumrukları ile ünlüdür.

Bir gece evine giren hırsızı, bir gün de kendisine baskına hazırlanan dört – beş genci erken davranarak dövüp pestilini çıkaracaktır.

Bir tartışmada ise yazı ve düşünce gücüyle susturamadığı Kemal Paşazade Sait Beyi (Lastik Sait), akşam karanlığında bilek gücüyle susturacaktır.

Abdülhak Şinasi Hisar, "Geçmiş Zaman Edipleri”nde (Selis Kitap) bu kavgayı şöyle anlatacaktır:
“Kemal Paşazade Sait Bey'in de onu (Ahmet Mithat'ı) istihfaf edenler (Hafife alanlar) arasında olduğu malumdur. Meşhur bir münakaşaları, Bab-ı Ali Caddesi'ndeki bir mudarebe ile hitam bulmuştu. Belki fikri bir münakaşayı bir döğüşle fasl etmek zevkini Bab-ı Ali Mahallesine aşılamış olan bu örnektir. Ahmet Mithat Efendi münakaşanın çıkmaz bir sokağa saplandığını görmüş ve bu Gordien düğümünü kesmekten başka çare olmadığına hükmetmiş… Etrafındakilere, "Ben bu işi başka türlü hall edeceğim" demiş ve Bab-ı Ali Caddesi'nde Sait Bey'e rast geldiği bir gün ona bastonu ile vurarak ertesi gün de "Lastik Said'e Dayak" ünvanlı bir makalesinde bununla övünmüştür.”