TELE1 ve HALK TV'ye sudan ve mesnetsiz sebeplerle verilen 5'er günlük yayın durdurma cezası, son 25 yılın en sert cezaları olmakla kalmıyor, RTÜK yasası 32/5'e göre bu 'ihlalin' yıl içinde tekrarı halinde yayın lisansının iptaline götürüyor. Bu aynı zamanda, diğer yazılı/görsel medya organları, sosyal medya mecraları için bir gözdağıdır.

Kaybedecek çok şeyleri olanlar

OĞUZ OYAN

AKP rejimini demokrasi dışına çıkmaması için uyarmak, "AKP yanlış yapıyor" veya "AKP böyle yaparak en çok kendine zarar veriyor" tarzında en alttan alıcı konumdan sözde eleştirel tavır takınmak ve sadece bununla sınırlı kalmak, bu rejimin doğasını tanımamak anlamındadır. Veya, bu rejimin gerçek doğasını açıkça kabullenmenin gerektireceği farklı bir muhalefet çizgisini peşinen reddetmek anlamındadır.

AKP rejiminin kendini sürekli konsolide ettiği, rejim yıkıcı ve rejim kurucu hedeflerine adım adım yaklaştığı 18 yıllık bir dönem söz konusu olduğuna göre burada siyasal İslamcı hareketin başarısı kadar muhalefetin bir bütün olarak başarısızlığı da söz konusudur. Karşılaştırdığımızda bu sürenin, çok daha radikal bir rejim dönüştürücü olan Mustafa Kemal Atatürk'ün 15 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresini aştığını, 1920 sonrasındaki Meclis Başkanlığı'nı da içeren süreye de eşitlendiğini görüyoruz. Üstelik, AKP rejiminin süresi henüz dolmamıştır.

Benzer bir süreç Cumhuriyet ilke ve kurumlarının "bekçisi" sayılan kurumlar açısından da işlemiştir. Ama şunu unutmayalım: Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in döneminde (2000-2007), AKP çok ağırlıklı Meclis çoğunluğuna rağmen istediği gibi at oynatamamış, yasama sürecine istediği kadar hâkim olamamış, bu bağlamda birçok yasal düzenlemesi CHP veya Cumhurbaşkanı'nın başvurusuyla Anayasa Mahkemesi'nden döndürülebilmiş; HSYK ve yüksek yargıyı, YÖK'ü ve üniversiteleri tam olarak ele geçirememişti. Sermayenin medyası, özelleştirme yağmasının ve kamu ihalelerinin peşinde koştuğundan çabucak iktidarın yörüngesine girmiş olmakla birlikte, görece bağımsız yazarlarını henüz gözden çıkaramamıştı.

Fethullahçı hareketin içten kuşatması altında olduğu sonradan iyice anlaşılan askeri bürokrasi ise, bu dönemde iktidara müzahir bir konum (Hilmi Özkök dönemi) ile "tarafsız" bir konum arasında bocalamıştır. Milli Güvenlik Kurulu'nun 25 Ağustos 2004 tarihli toplantısında Fethullah Gülenci Nurcu irticanın yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine karşı koymak üzere belirlenen eylem planının, RTE'nin başbakan olduğu hükümetçe hiçbir zaman uygulanmaması sorun edilmemişti. (Daha sonra bu tarihi kararı alan Kurul üyelerinden bazıları, örneğin Özden Örnek, azgın Fethullahçı kumpasın hedefine konulacaktır). Cumhurbaşkanı'nın Meclis içinden seçilmesinin tıkandığı anda, 27 Nisan 2007'de Yaşar Büyükanıt'ın imzaladığı anakronik ve tuhaf e-muhtıra, bu sürece aykırılık taşıdığı kadar yeni bir AKP hegemonyası döneminin kapılarını açmak bakımından da özel bir rol oynamıştır. AKP iktidarının ekmeğine yağ süren bu muhtıranın ve sahibinin ciddi anlamda kovuşturulmaması ve 21 Kasım 2019'da Büyükanıt'ın ölümünden sonra "takipsizlik" kararı verilerek üzerinin örtülmesi, tarihin karanlık sayfalarına bir yenisini eklemiştir.

Cumhuriyet rejiminin tasfiyesi ve yerine neo-faşist nitelikli bir dinci rejimin kurulması süreci, 2007 sonrasında sürekli karşı-devrim darbeleriyle sürdürülmüş, CIA uzantısı Fethullahçı örgütün güdümünde devletin zor kullanma aygıtlarının (yargı ve kolluk şiddetinin) saldırısıyla doruğa çıkarılmış; 15 Temmuz 2016 darbe girişimi fırsat sayılarak kurumların Cumhuriyetçi niteliklerinin tasfiyesi ve idari/siyasi yapıların yeni rejimin vesayetini kabullenmeye zorlanmaları hızlandırılmıştır.

FAŞİZM BOŞLUK KALDIRMAZ

Şimdilerde devletin zor kullanma aygıtları arasında yeni birinin öne çıkarılmakta olduğu görülmektedir. Merkez medyanın iktidarın güdümüne sokulmasının sonucu olarak, bağımsız medyaya olan ihtiyaç artmıştır. İktidar güdümlü medyanın izlenme/okunma oranları sürekli gerilerken, halkın haber alma özgürlüğüne saygı gösteren küçük bağımsız medya hızla filizlenmiştir. İktidarın rahatsız olması için bu bağımsız medyanın eleştirel/muhalif olması bile şart değildi; sadece iktidarın çarpıtılmış "hakikatlerinin" dışına çıkıyor olması yeterliydi. Nitekim bağımsız bir "düzenleme ve denetim" kurulu olması gereken Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), iktidarın tam güdümüne sokulacak ve tek işlevi iktidardan bağımsız olan medyayı baskılamak ve sindirmek olacaktır. RTÜK kendini üst yargı yerine koyarak, Anayasa'nın "haberleşme, düşünceyi açıklama ve yayma ve basın özgürlüğü"nü düzenleyen 22.-30. maddelerini, meslek kuruluşlarını düzenleyen 135. maddesini keyfine göre yorumlayarak, ancak hâkim kararıyla verilebilecek olan yayın yasaklarını fütursuzca kullanır duruma gelecektir.

TELE1 ve HALK TV'ye sudan ve mesnetsiz sebeplerle verilen 5'er günlük yayın durdurma cezası, son 25 yılın en sert cezaları olmakla kalmıyor, RTÜK yasası 32/5'e göre bu "ihlalin" yıl içinde tekrarı halinde yayın lisansının iptaline götürüyor. Bu aynı zamanda, diğer yazılı/görsel medya organları, sosyal medya mecraları için bir gözdağıdır. Gençlerin "RTE'ye oy yok" kampanyasının, otokratik iktidarda bir "baskılama" ihtiyacı doğurmaması esasen düşünülemezdi.

Sırada büyükşehir belediyelerine ve siyasi partilere yeni saldırıların olması şaşırtıcı olmayacaktır. Çünkü faşizm boşluk kaldırmaz. İktidarın denetim alanı dışına çıkan yerel yönetimlerin varlığı, iktidarın kimyasını bozmak için yeterlidir. Yerel yönetimlerin iktidara muhalif birer kamu gücü oluşturmaları şart değildir, esasen bu yol tıkalıdır; halka dokunan, özellikle de AKP seçmeni yoksul kitlelere dokunan başarılı yerel yönetimcilik örnekleri vermeleri bile, merkezi iktidarca onlara karşı karalama/engelleme kampanyalarının başlatılması, gerektiğinde de iplerinin çekilmesi için yeterlidir. Eleştiriye tahammül de bu tür anti-demokratik iktidar yapılarının doğasına aykırıdır. Faşizm, bir total kontrol rejimidir; tüm ülke coğrafyası ve tüm kurumsal yapı bunun kapsamındadır. Buralarda gedikler açılması ideolojik hegemonyanın sürdürülmesini zora sokacağı için, gerekirse hukuk-dışı şiddetle önlenmelidir.

Buradan bakıldığında, yargının üçüncü ayağını oluşturan ama iktidarın kontrolü dışında kalan barolara "çoklu baro" sistemi üzerinden saldırılması anlam kazanır. Bu saldırıdan TMMOB ve bağlı odaların da nasibini alması, hem iktidarın herşeyi kontrol etmeye yönelik doğası gereğidir hem de bugün geldiği aşamada sermayenin ayakbağı olarak gördüğü Odaları sindirme operasyonunun parçasıdır. Bu saldırıları, çoğunlukla yapıldığı gibi, "kutuplaşma yaratmak", "gündem çarpıtmak" gibi sığ ve yanlış yorumlar üzerinden anlamlandırmak olanağı yoktur.

İktidar yeni saldırı araçlarıyla donanmak niyetindedir. Tam şu sırada TBMM'de görüşülen ve Baro kanununun gölgesinde kaldığı için pek gündeme gelemeyen "Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırmaları Kanun Teklifi", her türlü keyfiliğe açık olarak düzenlenmiştir. Öteden beri uygulanan "adli sicil kaydı"nı yeterli bir güvenlik önlemi saymayan iktidar, bu teklifin gerekçesinde sübjektif değerlendirmelere açık gerekçelerini sıralamaktadır: "TC güvenliğini tehlikeye atmamak, devlete sadakat, demokratik toplum düzenini ve devlet menfaatlerini korumak"... Üstelik, güvenlik araştırmasının "değişen şartlara göre farklı usul ve yöntemlerle yapılması"nın öngörülmesi, iktidara her yöne çekebileceği inanılmaz bir keyfilik tanımaktadır. Eleman alımlarında söz sahibi olacak "Değerlendirme Komisyonları"nın, çalışma usul ve esaslarının dahi Cumhurbaşkanı'nın çıkaracağı yönetmeliğe bırakılması, daha fazla keyfiliğe kapı açacaktır. (Bkz. Ali Rıza Aydın, " 'Güvenlik Soruşturması'na devam' teklifi: Tüm yetki Erdoğan'a veriliyor", Sol Gazete, 26.06.2020).

Kamu görevlerine alınacakların, doğum yeri, ailesi (soyu-sopu), dini, mezhebi, etnik kimliği ve kuşkusuz sınıfsal kimliği ve siyasi tercihlerinin dikkate alınması, bundan böyle adeta "kanuni dayanaklara" kavuşturulmuş olacaktır. Bu, ötekileştirici ve dışlayıcı bir kamu yönetimi anlayışıdır ve mevcut iktidarın kendi memur kitlesini sadakat ilişkileri çerçevesinde oluşturma hamlelerinin sonuncusudur. (Bugünlerin üçüncü saldırı alanı olan "Kıdem Tazminatı Fonu" meselesi ise, emeğin kazanımlarına sermaye yönlü saldırının ötesinde, iktidarın akut kaynak sıkışıklığının da bir dışa vurumudur; bu nedenle ertelense bile vazgeçilmeyecektir).

kaybedecek-cok-seyleri-olanlar-752921-1.
Açık faşizme geçiş koşulları doludizgin hazırlanırken, anamuhalefet partisi sanki başka bir alemdedir. Her şey oluruna bırakılmıştır. Partinin gidişata herhangi bir müdahalesi gündemdışıdır. Şimdilerde burada tek umut ışığı, CHP'nin 37. Olağan Kongresi'ne "Gelecek İçin Biz" grubu olarak katılanların daha sol bir program tartışmasını da gündeme almaları olarak gözükmektedir.

KLİANTELİZMİN ÇEKİCİLİĞİ

Rejimin güvenceleri nelerdir? Sermaye bileşenleri -iktidarın doğrudan beslemesi olanların çoğunluğu dâhil- kendi kişisel çıkarları doğrultusunda giden kaypak unsurlardır, her iktidar döneminde suyun üzerinde kalmak isterler. Batan gemiyi çabucak terkederler, rejim onlara güvenemez. Uluslararası ilişkiler de öyledir; sözde kişisel yakınlıklar/dostluklar iktidara tutunmaya bağlıdır; iktidar olanakları tükendiğinde, otokratlar sığınacak ülke bulmakta bile güçlük çekerler.

Rejimin en güveneceği unsurlar iki gruptan oluşur: Bir, çıkarları ancak bu rejimin sürmesine bağlı olanlar; iki, rejimin çökmesi durumunda kendilerinden hesap sorulması korkusu yaşayanlar. Dolayısıyla, bunların rejim savunuculuğunun maddi temelleri vardır ve bu temeller sürekli berkitilmelidir. Örneğin üst düzey yönetici konumuna getirilmek, iktidarın hukuksuzluklarına ortak olmak bakımından yeterli görülmezse, sadakatin güvenceye alınması açısından başka maddi imkânlarla takviye edilmelidir. İktidar yamacında sağlanan çıkarlar çok çeşitlidir: Liyakat dışı kariyer yapanlar; getirildikleri kamu görevlerinde Cumhurbaşkanı inisiyatifiyle (bu yetkiler CB Kararnameleriyle tanınmıştır) olağandışı yükseklikte özlük haklarına (maaş, emeklilik hakları) kavuşturulanlar; bu da yetmezmiş gibi birden çok ballı maaş ve huzur hakkı ödemeleriyle ödüllendirilenler; hatta 6112 sayılı RTÜK yasasının 38/2ci maddesindeki, "Üst Kurul üyeleri, resmi veya özel nitelikte hiçbir görev alamaz" yasağına rağmen bir RTÜK Başkanını fütursuzca bir kamu bankası yönetim kurulu üyeliğine atamalar (bunları şikayet ettiği için RTÜK üyesi Faruk Bildirici'nin görevine son vermeler); imar rantlarından büyük vurgunlar vuranlar; merkezi iktidarın ve yerel uzantılarının maddi bağışlarından/şaibeli ihalelerinden yararlandırılan aileler, vakıflar, dernekler, şirketler, vb...

Sadakat rejiminin diğer manivelasını, yaptıkları usulsüzlükler, yol açtıkları veya göz yumdukları siyasi, hukuki ve ekonomik suçlar/sorumluluklar nedeniyle hesap sorulma kaygısı yaşayanlar oluşturur. Kariyer ve maddi ödüllendirmeler sistemi içinde de yer alan bu simaların büyük çoğunluğunun kaderi iktidara sıkıca bağlıdır; bu yüzden sonuna kadar iktidara sadık kalacaklar ve belki de her ne pahasına olursa olsun iktidarın sürmesi için yeni hukuksuzluklara ortak olacaklardır.

Siyasal kliantelizmin yani siyasal bağımlılık ilişkilerinin/siyasal çıkar ağlarının, olağan kamu yönetimi anlayışlarının yerini aldığı koşullarda, yukarıda tanımlanan iki grubu, bir iktidar değişiminde "kaybedecek çok şeyleri olanlar" olarak sınıflandırmak mümkündür. Dolayısıyla, bunlar cansiperâne rejim savunuculuğu yapacaklar, yasaların/Anayasa'nın dışına çıkmayı umursamadan tepeden gelen talimatları aynen veya fazlasıyla uygulamaya teşne olacaklar, hatta tepedekinin vücut dilini özümseyerek kendiliklerinden (ve bazen de ölçüyü kaçırarak) inisiyatif almaya istekli olacaklardır. Bu nedenlerle RTÜK, bütün bu davranış kalıpları bakımdan çok güncel bir örnektir.

BU SIRADA CHP KURULTAYI

Açık faşizme geçiş koşulları doludizgin hazırlanırken, anamuhalefet partisi sanki başka bir alemdedir. Her şey oluruna bırakılmıştır. Partinin gidişata herhangi bir müdahalesi gündem dışıdır. Partinin Genel Başkanı, 1 Temmuz 2020 tarihinde CHP'nin beklemekten başka yapacak işi olmadığını pek sarih bir biçimde açıklamaktadır: "Erdoğan'ın gidici olması için özel bir çaba harcamaya gerek yok, çünkü kendi sonunu kendisi hazırlayan lider konumundadır". Eh bu durumda, "çaba harcamak" isteyecekleri engellemek dışında Parti yönetiminin bir görevi kalmayacaktır!

Parti içi muhalefet cephesi de ayrı bir alemdir. Her zaman olduğu gibi, Partinin iç işleyişini 'demokratikleştirmek' öncelikli ve genelde tek hedeftir. Dolayısıyla tüzük üzerine tartışmalar galebe çalmaktadır. Başka deyişle, varsa yoksa Parti içi muhalefetin kimi öncülerine Parti yönetiminde yer açabilme mücadelesidir. Kimsenin program tartıştığı yoktur. Parti neoliberalizme teslim olmuş, kimsenin umursadığı yoktur. Parti "seçimci" bir çizgiye hapsolmuş, demokratik bir mücadeleyi dahi seçimleri aldıktan sonrasının sözde "reformist" geçiş dönemine ertelemiş, kimsenin yadırgadığı yoktur.

Şimdilerde burada tek umut ışığı, CHP'nin 37. Olağan Kongresi'ne "Gelecek İçin Biz" grubu olarak katılanların daha sol bir program tartışmasını da gündeme almaları olarak gözükmektedir. Bu konu her zamankinden daha önemlidir. Çünkü eğer gazeteci Muharrem Sarıkaya'nın bir CHP Genel Bşk. Yardımcısı'na atfen yazdığı doğruysa, yani "bu Kurultay'da parti yönetiminin belirlenmesinde ana kriter Ali Babacan ile uyumlu çalışacak bir kadro olması gerektiği" ise, CHP artık dümeni tamamen sağa kırmış demektir. Kurultay'daki nihai dönüşüm bu yönde olacaksa, artık en iyimserler bile CHP'den bir merkez partisi olarak dahi söz edemeyeceklerdir. Ve artık bu, devri geçmiş neoliberalizmin (onu savunan Avrupalı sosyal-demokratları da tüketmiş olan neoliberalizmin) CHP'yi açıkça bir sağ partiye dönüştürmesinin tarihi momentumu olacaktır. 1960'ların "ortanın solu"nun ruhuna son "Fatiha" da böylece okunacaktır.