Ne yese, nereye gitse, ne yapsa suçlu hissediyor. Umudun bir insanı boğduğunu gördünüz mü? Hele ki bu yaşta bir çocuğu. Beklenen, aranan, kaybolan, hiç tanınmayan bir şey, bir hayalet nasıl ‘umut’ kılığında boğar insanı?

Kaybolan bir çocukluğun izinde

HALİL TÜRKDEN

Alman yazar Hans-Ulrich Treichel’in 1998’de yayımlanan ilk romanı “Kaybolan”, pek çok dile çevrilmiş, hikâyesi ve karakterlerinin temsil ettiği kuşağın yanı sıra, Treichel’in sakin anlatısının da etkisiyle uluslararası alanda ses getirmiş bir eser. Türkçede önce 2000 yılında İletişim Yayınları, son olarak da 2013’te Ayrıntı Yayınları mutfağından yayımlanmış roman, Tanıl Bora çevirisiyle ulaştı dilimize. “Kaybolan”, özel bir roman. Edebiyat serüvenine şiirle başlayan Treichel için tam bir dönüm noktası diyebiliriz. 2000 sonrası Alman Edebiyatı’nda, özellikle çocuk ve genç karakterlerin başrolde olduğu anlatıları, pek çok açıdan etkilemiş bir eser. Hatırlatmakta fayda var; Treichel’in başyapıtı, bir yetişkin romanı.

Yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu, Polonya göçmeni Alman bir aile, İkinci Dünya Savaşı, mücadeleci anne ve baba, yitik bir kardeş, suçluluk, utanç, umut, savaş, hep savaş, durmadan savaş… İkinci Dünya Savaşı’nın son yılında Sovyet ordusundan kaçarak, Polonya’dan Almanya’ya göçen ve bu kaçış sırasında, başlarına bir şey gelebileceği korkusuyla ilk çocukları Arnold’u başka birine teslim eden ve bir daha onun izini bulamayan bir ailenin yolculuğu. “Kaybolan” Arnold. Almanya’ya yerleşip yeni bir hayat kursalar da, yaşadığına inandıkları oğullarını aramaktan vazgeçmemişler. Anne kendini tamamıyla bu işe adamış; baba ise, bir yandan bu arayışa eşlik ediyor, öte yandan “Prusya Disiplini”ne uygun olarak işine veriyor kendini. Arnold’un varlığı ve hatırası her daim diri tutuluyor.

Suçluluk ve utanç…
Tüm bunları kim anlatıyor? Yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu, evin küçük oğlu, Arnold’un kardeşi. Kendisinin tabiriyle, figüran. Kayıp ağabeyinin, kayboluşuyla kurduğu egemenliğinin gölgesinde yaşayan bir kardeş. Treichel, anlatıcı koltuğuna onu oturtmuş. Umuttan, arayıştan, büyük kardeşin eksikliğinin getirdiği utanç ve suçluluktan bunalan bir çocuk. Ne yese, nereye gitse, ne yapsa suçlu hissediyor. Umudun bir insanı boğduğunu gördünüz mü? Hele ki bu yaşta bir çocuğu… Beklenen, aranan, kaybolan, hiç tanınmayan bir şey, bir hayalet nasıl “umut” kılığında boğar insanı? Ağabeyini hiç tanımamış, ama hayaletiyle ve evin her karesinde, her eşyasında egemenlik kuran yokluğuyla büyümüş bir çocuk. Dahası, ailenin Arnold olduğunu düşündüğü bir çocuğun ortaya çıkması asıl felaketin başlangıcı.

“…yeni yeni kavramaya başlıyordum, Arnold’un, ölmemiş kardeşin, ailede başrolü oynadığını ve bana sadece yan rollerden birini verdiğini. Başından beri suçluluk ve utançla zehirlenmiş bir atmosferde büyümemin sorumlusunun da Arnold olduğunu kavrıyordum.”

Treichel, bir çocuğun sırtına anlamlandıramayacağı ve kaldıramayacağı kadar ağır bir yük bırakıyor. Sevgisizliğin tam ortasında, görünmez bir çocuklukta kimdi kaybolan? Gölgesinde yaşadığı, hiç tanımadığı bir savaş yitiği ağabeyi Arnold mu? Sahi, kaybolandan daha yalnız olmak mümkün müydü? “Yalnızlık her zaman size dair bir durum değildir, bazen de sizsiz olma halidir,” der Luigi Pirandello. Treichel, anlatıcı karakterine çocuksu kıskançlığı, suçluluğu, utancı ve anlam mücadelesini ustalıkla yüklemiş. Bir de katıksız ve kontrol dışı bir yalnızlık. Suskunluk da var tabii. Suçluluk, utanç ya da bilmemek önce suskunluğu getirir. Savaş sonrası böyle bir atmosferde büyüyen bir çocuksanız, susmak iyi de gelir. Bazen susmak, söze de iyi gelir. Susmanın onarıcı gücü nefes aldırır, direnmeyi kolaylar. Öte yandan, Treichel başroldeki çocuk karakterini sadece susturmuyor, yani kolaya kaçmıyor.

Kasveti yırtan bir ironi
Çağdaş Alman Edebiyatı’nda, özellikle gençlik kitaplarında sıkça gördüğümüz iki unsurdan faydalanıyor Treichel. Birincisi, roman kahramanı çocuğa yüklenen ve hikâyenin kasvetini yırtan ironik bir anlatımı tercih edişi. Çocuğun naif ve mizahi yorumlarıyla süslenen ironik anlatımla kasvetli atmosfer arasındaki çatışma, bir çeşit yabancılaşma unsuru olarak kullanılmış. Dahası, 1952 doğumlu Treichel, kendisinin de içinde bulunduğu savaş sonrası Alman gençliğinin haleti ruhiyesini de incelikli anlatımı ve özenle işlediği metaforlarıyla ele alıyor. “Kaybolan”, her savaşta olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı sonrası hayata kaybederek başlayan, yitik bir kuşağın isyanının, susuşunun, kayboluşunun ve iç buhranının izdüşümü.

Anlatıcının durduğu noktadan, Alman aile yapısının disiplini öne koyan, önce işi düşünen, ilk bakışta sevgisiz gibi gözüken ve katıksız bürokratik doğasına sert bir eleştiri, keskin bir mizah dokunuşu var bu romanda. Treichel, bazı sahnelerin, konuların ve mevcut toplum düzeninin ayrıntılı tasvirlerine başvururken, bu çok katmanlı anlatısında etkisi ve gölgesi günümüze kadar uzanan kimlik sorunlarını etkili biçimde ele alıyor. Treichel, sakin ve duru anlatımıyla, ne acının ne de mizahın konuyu sulandırmasına izin veriyor. Bunca acının ve arayışın kasvetini değil, edebiyatın keyifli anlatı dünyasını ve bu dünyanın konuştuğu soğukkanlı bir dile tanıklık etmek mümkün. Treichel’in kurduğu dilin bu başarısı, içinde büyüdüğü kuşağın çocuklarının iç dünyasını ustalıkla yansıtmasında da kendini gösteriyor.

Hans-Ulrich Treichel’in “Kaybolan”ı, acıyla, yoklukla, suçluluk ve utançla zehirlenmiş bir atmosferde büyüyenlerin, ailesine kendini kabul ettirme mücadelesi vermiş, hiç çocuk olamamış, hiç çocuk kalamamışların şarkısı. Treichel, bu çarpıcı romanında, hiç sevinmemiş olanların üzülmeyi dahi bilmemesini, yalnızca dehşete, suçluluğa ve utanca tanıklık edebildiklerini gözler önüne seriyor. Savaştan çıkmış bir dünyaya doğmak, “kayıp” bir büyüme yazgısı koyabilir insanın önüne. Öte yandan “savaş”, asırlardır olduğu gibi, minik benlikleri ve onların duygu dünyasını kaybolmaya mahkum etse de, çocukluğun düş gücüne, mizahına ve acımasız coşkusuna karşı koyamayacak kadar çaresiz bir sözcük.