Kaygının kaynağını çok uzakta aramaya gerek yok, o insanın ‘öz’ündedir. Eğer kaygı varsa canlılık vardır ve kaygı ancak canlılık yok olduğunda yok olabilir.

Kaygı kaynağında filizlenen

BÜŞRA KÜÇÜK
Klinik Psikolog

“Yirmili yaşlarımın ortalarında, kendi terapime gitmeye başladığım yıllarda kaygı ile bitmek bilmeyen bir derdim vardı. Denebilir ki kaygı tarafından ele geçirilmiş halde yaşıyordum. Somatik belirtileri öyle kuvvetliydi ki adeta bedenim kontrol edemediğim bir güç tarafından ele geçirilmiş gibiydi. Bu somatik belirtiler gündelik yaşamımı, sosyal hayatımı oldukça zorlaştırıyordu.”

Bu cümleler eminim birçoğunuza tanıdık geliyordur. Kaygı alttan alta işleyen bir çark gibidir, onu anlayıp yaratıcı bir enerjiye dönüştüremediğimiz sürece bizi dişleri arasında ezmeye devam eder. Üstelik dışarda bir yerde, bizden bağımsız değil tam içimizde, bize aittir. Hayatın bazı dönemlerinde bize ait olan bu güçlü duygunun zorlayıcılığı o kadar yoğundur ki onu dışarıya atmak, ondan derhal kurtulmak isteriz. Ancak kötü haber şu; kaygı asla tam olarak kurtulabileceğimiz, dışarıya atabileceğimiz bir duygu değil. Ona yaklaşımımız onu yok etmek olduğu sürece yakamıza yapışacağı da kesin üstelik. Evet, kaygının oluşturduğu semptomlar bazı terapi teknikleriyle ‘hızlıca’ yatıştırılabilir. Fakat kaygının kaynağına bakmadığımız sürece o kendisini başka başka semptomatik belirtilerle yeniden var eder. Peki, bu kaynak nerededir?

Yaşamın ilk yıllarında annenin/bakım verenin, bebeğin temel güven ihtiyacını karşılayamadığı bir ilişki hâkimse dünya ile kaygı ilişkisi kurulur. Acı veren duygulanımlarıyla baş başa kalan bebek için ruhsal dünyasını idare etmek katlanılmaz bir hale gelir. Nefret duygusunun kendisi de dahil olmak üzere tüm duygulara ve bu duyguların kaynağı olduğu düşünülen dış dünyaya yönelik nefret bebeği ele geçirir. Duygulara yönelik nefretten yaşamın kendisine yönelik nefrete geçiş bir adımlık mesafededir (Bion, 1967). Dünya, yeni doğan bir canlı için yeterince ‘tekinsiz’ken, bakım veren de bu tekinsizliği isteyerek ya da istemeden beslediğinde daha korkutucu bir yer haline gelir. Ya da benzer biçimde bebeğe sınırlılıklarını ve imkânlarını hatırlatan ‘baba işlevi’ yeterince karşılanamadığında da kaygının hâkim olması olasıdır. Anne kapsar, baba sınırlar. Kapsanmak da sınırlanmak da çocuğun dünya ile sağlıklı ilişkilenebilmesi için elzemdir. Bebeğin doyurulmak, sevilmek, temizlenmek gibi temel ihtiyaçlarına yanıt verilemediğinde; olanaklarını ve sınırlılıklarını öğrenmesi sağlanamadığında kişilikteki birtakım patolojiler boy göstermeye başlar. Şüphesiz kaygı tüm bu patolojik gelişimin içerisindeki temel duygulardan biridir.

Bununla birlikte yaşamda çözümü olmayan birtakım temel varoluşsal çatışmalar bulunur. Ölümlü olduğumuz veya sevdiğimiz insanların öldüğü, ölebileceği bir hayatta yaşamak nasıl kaygıdan azade olabilir? Ne zaman sona ereceğini bilmediğimiz canlılık da belirsizliğiyle kaygıya tabidir. Ölüm –yalnızca kişi, varoluşun dışına atıldığı o son anda değil var olduğu her an- kaderin ve olasılıklarının arkasında durur. Yokluk her yerdedir, doğrudan bir ölüm tehdidinin olmadığı yerde bile kaygı yaratır (Tillich, 2000). Kaygı temelde ruhsallıktaki çözülmemiş çatışmaların bir sonucudur. Tillich bu çatışmaları bilinçdışı dürtüler ve baskıcı kurallar, hayali dünyalar ve gerçek dünya, mükemmeliyet ve kişinin kusurluluğu, kabul edilme arzusu ve reddedilme deneyimi, var olma isteği ile var olmanın dayanılmaz yükü arasındaki çatışmalar olarak tanımlıyor. Ve insan doğasının ontolojik olarak anlaşılması ışığında psikoloji ve sosyolojinin sağladığı malzeme bütününün, tutarlı ve kapsamlı bir kaygı kuramına dönüştürülebileceğini söylüyor. Böylelikle kaygıyı çok boyutlu bir mesele olarak ele almak kaçınılmaz oluyor.

Kaygı bazen yayılmaya çok müsaittir; bizi duruma, zamana, tekrarlayan bir donup kalma haline hapsedebilir. Hayata ve kendimize bakışımız tıpkı bir fiziksel hastalığın pençesindeymişçesine bulanabilir. Nasıl ki ateşlenmek bedenin fiziksel güçlerini toplayarak enfeksiyona, örneğin ciğerlerdeki tüberküloza karşı bir mücadeleye giriştiğinin göstergesiyse, endişe de psikolojik ya da tinsel bir mücadelenin kanıtıdır (May, 2013). Ve bu mücadele bize var olma kudretimizi, libidinal yani yaşamsal enerjimizi hatırlatır. Bu mücadeleden kaçınmak onu yok etmez, semptomatik olarak yeniden doğurur, gündeme getirir.

Öyleyse kaygının kaynağını çok uzakta aramaya gerek yok, o insanın ‘öz’ündedir. Eğer kaygı varsa canlılık vardır ve kaygı ancak canlılık yok olduğunda yok olabilir. Dünya ile kaygı vasıtasıyla ilişkilenen biri için kaygıdan kurtulmaya çalışırken canlılık hissini kaybetme olasılığı yüksektir. Popüler psikolojinin sıklıkla talep ettiği bu kurtuluş gerçekten mümkün müdür? Gündelik streslerin içinde insanın özündeki kaygının kırıntıları yok mudur?

Elbette var. Örneğin kaygının gündelik stresler görünümünde ortaya çıkmasıyla aslında olan şey; oraya dönüp bakma ve ‘otantik’ bir var olma imkânını yakalama ihtimalidir. Kendimiz gibi olmaktan yani gerçek benliğimizden uzaklaştığımız ölçüde kaygı, belirtileriyle bizi yoklamaya başlar. Dünyanın tekinsiz bir yer olduğu, sevilmediğimiz, değersizliğimiz, kötülükle sarmalanmışlığımız, en başta ebeveynlerimizden alamadığımız her ne varsa hepsi kaygı eşliğinde dünyayı kendimizden uzak tutmak için bize birer duvar olur. Duvarların ardından çıkamadığımız sürece dünyaya bir şey katabilme ihtimalimizi, onunla uyumlu biçimde yaşama olanağımızı kaçırırız. Dünya ve ‘öteki’ ile hakiki bir ilişki kurma seçeneğini de... Bu ihtimalden haberdar olmayan biri için yaşam ne zordur.

Kendisinde kaygı uyandıran her şeyi hayatından çıkartma eğiliminde olan birinin kaygıdan arınmasını değil onunla baş etme kapasitesini artırmasını bekleriz. İçindeki stres kayalarını yontarak fokurdayan kaygı cevherine ulaşmak ve yaratıcı enerjinin de aynı fokurtudan yüzeye fışkırma eğiliminde olduğunu anlamak ruhsallığın ‘iyiliği’ için oldukça kıymetli görünüyor. Doğrudan ilkel savunma mekanizmalarına aktarılan bu enerjinin yönü değişirse belki de hayatla kurulan ilişkinin biçimi, rengi, ahvali dönüşecek. Dönüştükçe kaygının sesine başka sesler eklenecek. İçerinin çok sesli korosundan (https://m.bianet.org/english/toplum/183955-icerinin-cok-sesli-korosu) daha ahenkli melodiler yükselecek.


KAYNAKLAR

Bion, W. R. (1959). Bağlara saldırı (Çev. Sütçü, A., Özçürümez, G.), Psikanaliz Yazıları, 30. İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2015.

May, R. (2013). Kendini Arayan İnsan. Çev. Kerem Işık. İstanbul: Okuyanus Yayınları.

Tillich, P. (2000). Olmak Cesareti. Çev. F. Cihan Dansuk. İstanbul: Okuyanus Yayınları.