Kaygı ve korku, genel olarak bir tehlike ve tehdit algısıyla ilgilidir; bu haliyle hiç bir insana ve topluma yabancı olduğu söylenemez. En başta, her insan için bilince erdiğinde başlayan bir ölüm korkusu vardır; yaşam boyunca da ufak-büyük birçok kaygı ve korku bunu izler.

Ancak korku ve tehdit kaynakları kişiye olduğu kadar zamana ve mekâna bağlı olarak da değişir; bu açıdan hangi zamanda ve hangi toplumda yaşadığımız önemlidir. Örneğin açlık, kıtlık, baskı ve şiddet, savaş gibi büyük felaketler yaşanırken korku ve tehdit herkes için geçerli olur. Öte yandan, insan için hak ve güvencelerin ortadan kalktığı, modern kurum ve değerlerin geçersiz hale geldiği zamanlarda da korku herkes için, tehdit her yerdedir.

Bu nedenle modernleşmeyi ve modern kurumları küçümsemek düşünülemez. Bireyi “güç ve güçlü” karşısında korumak, bunun için onu hak ve özgürlüklerle donatmak, gücü elinde tutanları da hukukla sınırlamak modern toplumlara özgüdür. Parlamenter demokrasi, insan hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı, laiklik, sosyal devlet gibi kurum ve değerler de, bu nedenle en başta birey ve toplum için korku ve tehdit kaynaklarını azaltmak ve onları güçlendirmek açısından önemlidirler.

Kuşkusuz, bu kurum ve değerleri tarihsel-toplumsal mücadele ile kazanmış Batı toplumları ile bunları modernleşme süreci içinde iradi yoldan geçerli kılmaya çalışan bizim gibi toplumlar arasında elde edilen sonuçlar açısından önemli farklar vardır. Bizim gibi toplumlarda modernleşmeden duyulan hayal kırıklıkları da büyüktür. Yine de, hayal kırıklıklarını azaltmak ve daha ileriye gitmek açısından bireyin ve toplumun güçlenmesinden geçilmesi gerektiği açık olduğu gibi, bireyin ve toplumun güçlenmesi açısından bu kurum, ilke ve değerlere ihtiyaç büyüktür.

Ne yazık ki, bugün Türkiye’de, yaşanılan hayal kırıklıklarını da kullanarak bu kurum ve değerlere karşı savaş açıldığını görüyoruz. Cumhuriyet’in getirdiklerine karşı sürdürülen “karşı-darbenin” asıl anlamı da budur!.. AKP iktidarını demokrasinin gelişmesi olarak değerlendiren ve destekleyen birçok liberal aydının bugün ayaklarının suya ermesi de nihayet bunu görebilmelerindendir. Anlaşıldı ki, siyasal İslam bayrağı altında açılan bu savaşın getirdikleri, bugüne dek hayal kırıklıklarının çok ötesinde ve herkes için “tehdit ve korku, güvencesizlik ve keyfilik” anlamına gelmektedir. Ne yazık ki, onların ayakları suya erdi ama siyasal İslam’ın iktidarından demokrasi, hak, hukuk, özgürlük çıkmayacağını görememelerinin bedelini şimdi hepimiz toplumca ödemekteyiz.

Bu gidişata karşı tek güvencemiz de, 1923’ten bu yana kör topal da olsa yürütülmeye çalışılan modernleşme ve demokratikleşme mücadelesi içinde öğrendiklerimiz olabilir. Karşılaştığımız tehlike ve tehditlere karşı en önemli gücümüz bu miras.... Bizi ve bu ülkeyi, din ve mezhep, baskı ve şiddet sarmalında çırpınan Ortadoğu toplumlarından ayıracak olan da bu miras...

Basitinden giderek, sürüklendiğimiz yerin, Doğu toplumlarının çoğunda olduğu gibi modernleşmeyi değil dini ve geleneği yücelten; hak ve özgürlüğü değil itaati önceleyen; demokrasiyi değil güç yoğunlaşmasını getiren bir yol olduğunu söylemek mümkün... Seçimlerin göz boyama aracı olmaktan öteye gidemediği, hak ve özgürlüklerin tırpanlandığı, hukuk devletinin ortadan kaldırıldığı, her türlü muhalefetin terör diye “şeytanlaştırıldığı” bir yol bu!.. Bu yolun insan için bir yanda kullaşma, öte yenden vandallaşma getireceğini görmemek de mümkün değil.

Bu nedenle çoğumuz kaygılı ve korkuluyuz. Ama bu korku, kendini, geleceğini, aydınlığını, iyiliğini, güvencesini korumak adına hayırlı bir korku... O nedenledir ki, yükselen tehditlere karşı toplumun her yanından gelen küçüklü-büyüklü mücadeleler var. Kimi zeytinini korumak istiyor; kimi suyunu, deresini... Kimi işine sahip çıkıyor, kimi özgürlüğüne... Kimi baskısız, şiddetsiz, çatışmasız bir toplum istiyor, kimi hak, hukuk, adalet peşinde yürümekte... Kısacası toplumun en az yarısı nereye doğru sürüklendiğinin farkında ve buna “hayır” demekte...

Yaşadıklarımız bu yolun selamete varamayacağını görenleri çoğaltırken, yönetenler de bunun farkında. Farkında oldukları için de korkuları büyümekte...

Bu nedenledir ki iktidarda kalmak, giderek daha fazla şiddet ve baskı, daha fazla yalan ve hile gerektiriyor. Bunun için buldukları en önemli araç da, sesi çıkan herkesi ya PKK ya da FETÖ’den yana ilan etmek olmakta!.. Baksanıza, Gülen Cemaati’nin deşifre eden gazeteciler, akademisyenler işten atılır veya hapse girerken, Darbe Araştırma Komisyonu da FETÖ’nün bu kadar dal budak salmasının gerisinde CHP’yi bulmuş!... Sanki o generalleri, hâkimleri CHP atadı!..

İşte bu koşullarda, yarın, darbe girişiminin birinci yılı ve şehitler için görkemli törenler düzenleniyor. İyi tabii!.. Ancak 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin önlenmesine sevinebilmek ve şehitleri huzurla anmak için, ilk olarak “darbe” koşullarından çıkmak, ikinci olarak da ortada dolaşan sorulara anlamlı yanıtlar vermek gerektiği unutulmakta.

Unutulan başka bir şey de, tarihin yazdıkları...

Örneğin hatırlamak gerekir ki, OHAL, BUHAL” daha bir süre devam edebilir ama şiddet ve korkunun yönetim biçimi olduğu hiçbir iktidar uzun süreli olamamıştır. Yine hatırlamak gerekir ki, demokrasi, hak ve özgürlükler, seçimler, hukuk devleti, laiklik gibi ne varsa, hiçbiri gökten inmemiş, tüm yasaklara rağmen sokaklarda bulunup, güçlenmiştir.

O nedenle “Adalet” yürüyüşünü küçümsemek ya da sokakları yasaklamaya kalkışmak yerine, sokaklar ne diyor diye kulak vermek gerekmekte.