Viski içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar arasındaki karşıtlık evet belki fazla formül kokar ama öte yandan karşıt görünen bu iki karakter fena halde benzer değil midir? İkisi de yalnız evlere giderler, ikisi de eksik ve 'kaygılı'dır. Alef onları bağlar.

Kaygının sembolü olarak Alef

Murat Tırpan

Bu zor günlerde rahatlıkla tavsiye edilebilecek bir polisiye dizimiz var artık: Alef. Kaliteli yerli polisiyeye hasretimiz ortada, sonda yazacağımızı başta söylersek gerek görsel işçiliği gerek kaliteli kadrosu, gerekse merak uyandırıcı hikâyesiyle Alef kalbur üstü bir iş. Kendi sinemasından farklı sularda dolaşan Emin Alper’in yönettiği BluTV-FX dizisi İstanbul Boğazı’nda bir cesedin bulunmasıyla başlıyor ve dinsel sembolizmle dolu bu cinayetlerin sırrını çözmeye çalışan iki dedektifin hikâyesini konu alıyor. Bu sırrı çözmeye çalışırken karşılaştıkları Alef sembolü, aslında sadece suçun doğasına değil bu iki adamın kendilerine dair de çok şey söyleyen bir sembol. Alef nedir diye merak ederseniz, tıpkı eşdeğerleri elif ve alfa gibi İbrani alfabesinin ilk harfidir bu şekli şemali gayet şık ve estetik işaret. Alef, Öküz’ün A’sıdır, yani başlangıçtır (bkz. Barry Sanders’in o meşhur kitabı). Göstergelere, mistik olana meraklı iki yazarın, Jorge Luis Borges’in ve Paulo Coelho’un aynı adlı kitaplarını da belki hatırlarsınız. Başlangıç özelliğiyle Tanrı’nın sembolü olan, 'hiçbir yerde ve her yerde' anlamına da gelen ya da Borges’in tanımıyla 'aşağıdaki dünyanın yukarıdakinin aynası olduğunu' ifade eden bu sembol, iyi bir polisiyede olması gereken en önemli şeyi sağlayan bir köprü burada, kişisel hikâyeler ile suç hikâyesi arasındaki bağlantıyı.

Bana sorarsanız polisiyenin iyi edebiyat olduğu zamanlar, daha çok kişisel travmalar toplumsal olanla, suçla iç içe geçtiğinde gerçekleşir. Kabaca iki tip polisiyeden söz edebiliriz belki. Birincisi zeki dedektifin öne çıktığı kapalı oda polisiyeleri ve türevleridir. Bu dedektifler; Dupin ya da Poirot ya da ister Holmes olsun fark etmez, iyi kurulmuş 'cinayet partileri'nin baş konuklarıdır. Bu rasyonellik kutsamasıyla dolu hikâyelerde hayatın olağan akışı münasebetsiz bir cinayetle kesilir ve sonraki tüm çaba Ernest Mandel’in polisiye hakkında klasik kitabındaki (Hoş Cinayet) tabirle 'halı üzerindeki kan lekesini temizlemek', yani dünyanın normal düzenini yeniden kurmak içindir. Bu anlamda da 'tarih'in dışında kalırlar, toplumsalla ilgili büyük dertleri yoktur.

Öte yanda ise ‘pulp’tan, çürümüşlükten, toplumsal ortamdan beslenen Alef gibi 'noir polisiyeler' durur. Amerika yakasından David Fincher’in Zodiac’ı ile Kore’den bu yıl Parasite sayesinde gayet iyi tanıdığımız Bong Joon-Ho’nun Memories of a Murder filmini hatırlatacağım. Bu iki filmin ortak özelliği izleyiciyi son derece meraklandıran cinayet hikâyelerinin asla çözülmemesidir. Filmlerin sonunda klasik bir çözüm, katharsis beklerseniz yanılırsınız. Bu filmleri büyük yapan ise klasik polisiyelerin odaklandığı şeyin, yani çarpıcı ve büyük finalin tersine sürece odaklanmalarıdır. Önemli olan gidilen yer değil, yolda yaşananlardır anlayacağınız. İyi polisiye okuru/izleyicisi bilir ki o beklenen büyük sondan çok oraya ulaşırken gördüklerimiz, hissettiklerimizdir metni iyi yapan. Bu tür metinler dünyanın halet-i ruhiyesi, kahramanların psikolojileri, toplumsal çürümüşlük ve daha birçok gözlemi barındırırlar içlerinde. Sonuca giden yol aslında kendimiz hakkında esaslı tartışmaların zeminidir.

Kimileri cinayet partilerinin, zeki dedektiflerin hikâyelerine bayılsa da bana sorarsanız gerçek polisiye ‘kara olan’dır. Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi kitabında Sir Arthur Conan Doyle’u, polisiye yazıyor diye edebiyatçı saymadığını hatırlayalım. Öte yandan polisiye sayılmayan Victor Hugo’nun Sefiller’inin de basbayağı bir suçu ve onun peşindeki dedektifi anlattığını ancak bunu yaparken 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız toplumunun resmini çizdiğini de aklımızda tutalım. Bu anlamda referans olarak türün kurucularından Edgar Allen Poe’dan çok Kafka’ya dönmek gerekir. Çünkü bu tür polisiyeler bir suçun peşindeki kahramanları anlatırken aslında Kafka gibi çözümü olmayan krizler üzerine yapılmış tartışmalardır. Bu kirli ve kara metinleri okuyup izlerken, izleyici de tıpkı Kafka’nın okuyucuları gibi birer 'gece yolcusuna' dönüşür.

Sözü tekrar Emin Alper’in dizisi Alef’e getirme niyetindeyim ama bu minvalde birkaç söz daha etmek gerek. Holmes’u ya da Poirot’u neden severiz, çünkü açıkça birer kahramandırlar. Sadece kirli cinayet partilerini zekalarıyla sonuca ulaştırdıkları için değil, her türlü sorunda rasyonalizmin büyük kurtarıcılığını temsil ettikleri için de. Günümüzün Marvel kahramanları gibidirler bir bakıma, süper güçleri ise zekaları, analitik bağlantı kurma yetenekleridir. Bu yüzden bu entrikası mükemmel kurulmuş hikayeleri okurken biraz mesafeli dururum, çünkü tek merakım süper dedektifimizin tıpkı bir matematik formülünü çözer gibi katili nasıl bulacağıdır. Öte yanda ise -tam da polisiyenin iyi edebiyat olduğu yerde- sorunlu dedektiflerle ve bazen çözülmesi mümkün olmayan, bazense çözülmesi ciddi etik ikilemlere yol açan suçlarla karşılaşırız. Bu polisiye baştan ayağa 'kirli'dir. Kara roman/film (noir) bambaşka kaygılara gönderme yapar. Kara hikayeler türün babası sayılabilecek Dashiell Hammett’tan beri hem atmosferleriyle, hem kahramanları ve hem de suçların niteliğiyle ucuz ve sokağa ait olandan beslenir ve ona dair meseleleri tartışırlar. Evet bunlarda da çözülmesi gereken bir suç vardır, merak tetiklenir ancak var olan toplumsal düzensizlik, çürümüşlük suçun çözülmesiyle ortadan kalkmayacaktır. Suçluluk durumu göreli, adalet belirsiz, dedektifler ise kuşku, depresyon ve acı içindedirler.

kayginin-sembolu-olarak-alef-719115-1.
Sinema ve dizi tarihimize baktığımızda da açıkçası pek Alef’le karşılaştıracak bir şeyimiz yok. Sırf bu yüzden bile bu kaygılı, puslu ve defolu karakterlerle dolu, görüntü yönetiminin Mercan Dede’nin müziğiyle yarıştığı dizi izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.


Tıpkı Alef’teki gibi bu polisiyelerde dedektifler ve aslında tüm şehir sürekli bir kaygıyla doludur. Burada Lacancı psikoanalitik teoride kaygının (angoisse) Alef sembolü ile gösterildiğini hatırlatalım. Lacan Babanın Adları eserinde Alef’i 'kaygının aleti' olarak tanımlar. Bu şu anlama gelir, Alef öznenin kaybettiği, elde etmek isteyip elde edemediği, sürekli ona ulaşmak istediği küçük arzu nesnesiyle ilişkisinin doğurduğu kaygıdır. Özne ve arzuladığı şey arasındaki ilişki kaygıyla maluldür. Dizideki iki dedektifin de büyük bir kaybı, eksikliği, özlediği bir şey vardır ve katilin sembolü Alef, cinayetlerin tarikatlarla, tasavvufla olan bağını gösterdiği kadar bu eksikliğin doğurduğu kaygıyı da temsil eder. Bu anlamda örneğin Atiye’nin uydurma sembolünden çok daha güçlü bir göstergedir.

Alef’in kahramanları tıpkı Seven’daki gibi gibi kasvetli ve puslu bir İstanbul şehrinde tuhaf bir suçun peşinde koştururlar. Alef’teki suç ve karakterler True Dedective, Killing vb. gibi tipik batılı kara polisiyelerdeki ya da Seven gibi filmlerdeki gibi konumlanmıştır. Emekliliğine az kalmış cinayet büro amiri Settar ve Londra'dan yeni gelmiş bir komiser olan Kemal iyice tekinsizleşmiş Beyoğlu’nun arka sokaklarında, Haliç’teki paslı tersanede, Sultanahmet’te, Beyazıt’taki küflenmiş kütüphanelerde, İstanbul Üniversitesi’nin koridorlarında, Beykoz’daki meyhanelerde cinayet (ve kendileri) hakkında düşünürler. Viski içip caz dinleyen Kemal ile rakı içip arabada Türk sanat müziği çalan Settar arasındaki karşıtlık evet belki fazla formül kokar ama öte yandan karşıt görünen bu iki karakter fena halde benzer değil midir? İkisi de yalnız evlere giderler, ikisi de eksik ve 'kaygılı'dır. Alef onları bağlar.

Suçun birbiriyle ilişkisiz gibi görünen travmatik hayatlarımızı birbirine bağlaması önemli. Suçu incelemek aslında dedektifleri, velhasıl bizi incelemek anlamına gelir çünkü. İyi polisiye Mandel’in söylediği gibi daha çok bunlarla ilgilenir. Televizyon hatta sinema tarihimizde bunu başaran çok az örnek olduğu için de Alef ayrıca öne çıkıyor. Yoksun ve sancılı kara film katilleri ve polislerinin memleketimizde de zuhur edebilmiş olması mutlu ediyor bizleri.

Ve unutmayalım Batı’nın hikâye ikliminde; Seven’da, Kuzuların Sessizliği’nde, Zodyak’ta anlatılan zeki, ince hesaplar yapan; hatta bilimden, felsefeden anlayan katillerin yaratılmasında da kültürel olarak mağrur bir yan vardır. Onların peşindeki sorunlu polisler bile hayranlık vericidir. Katillerimizin, kasvetli şehrimizin, korkutucu ve zeki bir seri katil ve sorunlu polislerimizin olması bu anlamda şu zor günlerde bile iyi geliyor bize. Zeki seri katillerimizin (ve iyi polisiyelerimizin) olduğunu görmek bu anlamda gurur verici! Elbette 1967’de iki yıl içinde iki bin nüfuslu Çumra kasabasında ondan fazla kişiyi öldürüp, parçalayıp, evinin mutfağına ya da bahçesine gömen, karısına ya da komşusuna yakalanmadan bunu becerebilen bir katilimiz, ya da iki binlerin başlarındaki Kolici lakabıyla tanınan Orhan Aksoy gibi seri katillerimiz oldu bizim de ama eğer toplumu incelemek için en önemli araçlardan biri suçu ve öte yandan kanunu incelemekse bunun ‘Gerçek Kesit’vari değil de sofistike ve çok boyutlu anlatılmasına ihtiyacımız var. Bizde bu hep bir küçümseme konusu olmuştur, Türkiye’de klasik polisiye olamayacağından, çünkü bizde insanların entrika ile değil doğrudan suç işlediklerinden bahsedilir. Gizemli tabir edilen cinayetlerin bizde sosyolojik olarak bulunamadığından, bizim geleneksel cinayet nedenlerimizin fazla açık olduğundan, öte yandan da polisin biraz tekme tokat meseleyi çözdüğü bir durumdan dem vurulur. Oysa 1980'den sonra, servetin çoğaldığı ve yeniden dağıtılması, bunun yarattığı adaletsizlikler, modernizmin bunalımları ve bize özgü toplumsal sorunlar nedeniyle hele artık böyle doğrudan ve kolay bir çıkarım yapmak mümkün değildir. Bu yüzden Alef’in atmosferi çok önemli. Ayrıca ekleyelim, suçun da sofistike olması izleyici için ayrı bir zevktir. Hem dramatik amaçlar uğruna hem de seyircinin bunu yaparken toplumsal olanı düşünmesi için eşsiz imkânlar bulması anlamında. Çünkü nihayetinde cinayet bir yandan da Thomas De Quincey’in eşsiz tarifiyle 'güzel sanatların bir dalıdır!'

Sinema ve dizi tarihimize baktığımızda da açıkçası pek Alef’le karşılaştıracak bir şeyimiz yok. Arka Sokaklar, Yılan Hikâyesi, Kanıt gibi popülist örnekleri bir yana bırakırsak elimizde toplumsal polisiyenin en önemli temsilcisi Ahmet Ümit’in elinden çıkma Karanlıkta Koşanlar ve Şeytan Ayrıntıda Gizlidir gibi (ve belki Bozkır, tam bir polisiye sayılmasa da Şahsiyet de buna eklenebilir) birkaç iyi örnekten ve kendine has bir fenomen olan melodram-polisiye karışımı Behzat Ç.’den başka bir TV işi kalmaz. Sırf bu yüzden bile bu kaygılı, puslu ve defolu karakterlerle dolu, görüntü yönetiminin Mercan Dede’nin müziğiyle yarıştığı dizi izlenmeyi fazlasıyla hak ediyor.