Çocuk yere düşer ve canı yanar. Çocuğa neren ağrıyor diye sorar yetişkin. Çocuk, kendi bedenini değil de düştüğü yeri gösterir. Çocukların bedenleriyle dünya arasındaki sınır bulanık. Büyüdükçe bu sınırlar oluşur, bazen katı, bazen esnek... Belki de bu sınırları sorgulamak gerekiyor bugün, dünyayla ilişkimizi yeniden düşünerek. Çünkü dünyayı, sanki bütünüyle dışımızdaki bir yermiş gibi yaşamaya başladığımız için ciddi sorunlarla karşı karşıyayız.

GEÇİŞ OLGUSU

Winnicott’ın ‘geçiş olgusu’ dediği şey de bu sınırlarla ilgili. İnsan, tümgüçlü bir biçimde kontrol sağlamaya çalıştığı ve ihtiyaçlarına göre yarattığı iç dünyasıyla, dış gerçeklikten oluşan dünya arasında salınıp durur. Bebekken iç dünya ile dış dünya birbirinden ayrı değildir, büyüdükçe bu ayrım belirginleşir. Çocuk, bu iki dünya arasındaki gerilimi geçiş nesnesi denilen bir eşyayla aşmaya çalışır. Üzerinde tümgüçlü kontrol sağlamaya çalıştığı eşya, örneğin bir bebek ya da battaniye aracılığıyla, içerisiyle dışarısı arasındaki o gerilim yaratan geçiş katlanılır hale gelir. Bu geçiş deneyimi, yetişkinlikte yaratıcı uğraşların kaynağına dönüşür, iç dünyayla dış dünya arasındaki o salınımla...

İNSAN MERKEZCİLİK

Koronavirüs nedeniyle insanla dünya arasındaki ilişkinin sorgulandığı böyle bir zamanda, insan merkezci kimlik politikaları da masaya yatırılıyor. İletişim çağındayız ama en büyük sorunumuz iletişimsizlik. Sosyal medya, kendi zaman algısı ve değişken duygudurumuyla her şeyi içine alıp boşluğa fırlatıyor. İnsanlar arasındaki iletişimsizliğin bir nedeni de insan merkezcilik değil mi?

Bu insan merkezci tutum ve durum, hakikatle ilişkimizi de etkiliyor. Örneğin duyguların içimizdeki bir şey olduğunu var sayıyoruz ama gerçekte hepimiz duyguların içindeyiz ve o duygu, ilişkisel bir alan içinde karşılıklı üretiliyor. Salgının ilk günlerinde yaşanan marketlere hücum görüntüleri, insanların içinde bulunduğu duygunun etkisini ve gücünü gösteriyordu bir bakıma. Aynı şekilde dayanışma duygusu da panik duygusu gibi bulaşıcı bir şeydi ve bu karşılıklı etkiyle yayılıyordu.

ŞOK

Koronavirüs, hayatımızda bir şok etkisi yarattı ve bu şokla birlikte her şey bir süreliğine darmadağın oldu. İlişkisel alan diye tarif edilen, karşılıklı olarak duygu ve anlam dünyamızı oluşturan psikosferdeki bu şok, yeni deneyimler üretse de bir süreklilik ihtiyacı ve algısıyla yavaş yavaş kayboluyor artık. Süreklilik algısı, toplumsal yaşamın en önemli koşulu; fırınların açık olması, otobüslerin zamanında gelmesi, gazetelerin çıkması... Bir şeylerin her zamanki gibi devam ettiğini bilmeye ihtiyacımız var. Ama artık şunu da biliyoruz, hayat her zamanki gibi devam etmedi, kesildi ve bunu kolayca inkâr edip unutamayacağımız kadar uzun süre yaşadık, yaşıyoruz... Evde yalnızken izlemediği halde televizyonu açanlar, belki de bir şeylerin devam ettiğini hissetme ihtiyacı içindedirler.
Dünyayla aramızdaki ilişkiyi yeniden düşünmeye ihtiyacımız var, bunu yapabilmek için de kendimizle ve başkalarıyla olan ilişkimizden yola çıkmalıyız, iç dünyamızla dış dünya arasındaki o sınırda dolaşarak...