İstanbul en karlı günlerinden birini yaşıyor. Hafta içi olmasına rağmen sokaktan tek tük araba geçiyor, geçenlerin çoğu da bir süre yolda kalıyor, patinaj yapıyor. Daha dün Fatma Girik'in ölüm haberini almıştı ülke, ondan önce Sezen Aksu’ya yönelik tehditle çalkalanmıştı. Doğalgaz ve elektrik faturalarına gelen zamlar, hamile bir hemşirenin hasta yakınları tarafından saldırıya uğraması, başka bir hemşirenin öldürülmesi ve daha pek çok şey… Bitmiyor kötü haberler. Karanlık zamanlardan geçiyoruz. Eskiden de kötü pek çok şey oluyordu, ama hiç bugünkü kadar karanlık görünmüyordu gelecek, çünkü her şeye rağmen umut vardı. Yine umut var elbette, ama ışığı daha da kısılmış sanki, sessizlikte…

Georg Simmel, ‘Paranın Felsefesi’nde fedakârlığın öneminden bahseder, insanların sadece kendilerinin bedel ödediği şeylere değer verdiğinden. Fedakârlık gerektirmeyen nesnelere ihtiyaç duysak da onları arzulamadığımızın altını çizer. Demokrasi tepeden inip geldiğinde kitleler onun önemini fark etmez. Ancak dişiyle tırnağıyla mücadele edip kazandığı şeyler onlar için değerlidir. Bütün bu zorluklar aşıldığında belki de çok daha sağlam temellere oturacak demokrasi, kim bilir…

Sezen Aksu’nun 5 yıl önce yazdığı ve şimdi olay haline getirilen şarkısındaki Adem-Havva hikâyesi, psikanalizde de bir kayıp ve yas hikâyesi olarak ele alınır genellikle. Bu ilk günah, hem acımızın, hem de ödülümüzün kaynağı olarak tarif edilir, eğer yeryüzüne inmeselerdi şimdiki hayat olmayacaktı. Dinlerin yaklaşımı, o ilk günaha referans vererek, yeryüzündeki hayatım bir sınav olduğunu, acı çekmenin gerekli ve bir erdem olduğu üzerimde durur ve bir gün mola verileceğini ya da bu acıyı onu harekete geçiren bir kurtuluş fikri etrafında örgütlemeyi ileri sürer. Pek çok ideoloji, kapitalizm dahil, aslında böylesi bir anlayışa sahiptir, gelecek güzel günler adına acıyı kabul etme, sahiplenme… Burada çıkış noktası, kaybın mutlak olmadığı düşüncesi ya da inancıdır. İşte psikanalitik yaklaşım burada ayrılır, kaybın mutlak olmadığına inanmak, yas sürecinin tamamlanmamasına neden olur. Hiçbir ideoloji, tamamen üretken olmayan bir kaybı kabul edemez; çünkü özne gelecekteki kazançların başlangıçtaki kaybı telafi edemeyeceğine inanırsa, ideolojiler tarafından kontrol edilemez.

Aslında kayıp üzerine kurulu dinsel ya da felsefi ideolojileri, Hegel kapsamlı bir biçimde sorgulamıştır ‘Tinin Görüngübilimi’ adlı yapıtında. Hegel, kaybın ya da kendini feda etmenin her felsefenin mantığında kök saldığını, hatta bu yaklaşımın neredeyse merkezi bir rol oynadığını iddia eder. Bu açıdan Hegel ve psikanaliz bu noktada diğer ideolojik yaklaşımlardan farklılaşır ve ortaklaşır: Kişinin kendi iyiliği için kaybı kucaklaması gerekir, ondan geri çekilmek ya da üstesinden gelmek yerine onunla bütünleşmesi… Kayba karşı asıl zafer, onu kabul edip bütünleşmek, hatta ondan zevk almaktır.

İdeolojik manipülasyonun bir diğer yönü, insani acıyı ve kaybı dışsal bir konuma taşımaktır. Bunun en basit örneği, gündelik politikada ekonominin kötü gidişatını dış güçlere bağlamak.

Eğer insan kayba karşı zafer kazanamadığında, yani onunla bütünleşemediğinde, yaşamla ilişkisi bozulur, raydan çıkar. İnsan, yas sürecini tamamlayamadığında hayatta kalmak ve canlılığını arttırmak yerine, sürekli olarak o kayıp nesnenin varlığına uygun olarak arzusunu düzenlemeye çalışır; bastırarak, inkâr ederek, gerçekliği yeniden kendi arzusuna göre yapılandırarak. Bu travmatik kayıp duygusu, kişiyi dünyanın dışına doğru çeker, onu çevresinden ve yaşamından yabancılaştırır. Yaşadığımız süreç, tam da böylesi bir yabancılaşmayla izah edilebilir, hakikat sonrası çağda bu daha da kolaylaşmış durumda.