Her geçen gün cebimizdeki para daha büyük bir hızla kayboluyor. Beslenemeyen, evlatlarını besleyemeyenler intihar ediyor. İnsanın ruhsal yoksunlukları, kayıpları ne kadar elzem olsa da açlığın karşısında hiçbir insanca ihtiyaç duramaz. İnsanlığımızdan kayboluyoruz.

Kayıp zamanlar

NESLİ ZAĞLI

İnsana dair en önemli farkındalıklardan biri yaşamında neleri kaybettiğini ayırt etmesidir. Bazen kaybedilenin yokluğu duvara mıhlanmış bir çivi gibi dursa da fark etmez, görmezden geliriz. Kimi zaman da kayıp öyle büyük ve kapsamlıdır ki bizi içine çeker ve yutar. Bu kez de kaybolduğumuzun içinde neyi kaybettiğimizi unuturuz. Yaşam irili ufaklı veya heybetli kayıplarla, mütevazi kazanımlarla akar gider. Ama kayıpların yanında kazanımların emaresi okunmayabilir. Kayıplar, kazançların mutlu ettiğinden daha fazla can yakar. Psikanalitik bir bakışla, ilk kaybımız arzuladığımız ilgi ve sevginin başka rakipleri de olduğunu öğrendiğimiz ödipal dönemdir. Çocuklukla ergenlik arasındaki bu çağ aslında masumiyetin de kaybı olarak adlandırılır. İnsan olma yolunda, gelişimsel ihtiyaçlarımızın karşılanmaması ile, idealize ettiklerimizin yıkılması ile ve güvenin örselenmesi ile aslında her dönem kayıplar yaşamaya devam ederiz. Bireysel ve toplumsal anlamdaki kırılmalar ile aslında yolda masumiyetimizi defalarca yitiririz. Hiç kırılmamış olan varsa da masumiyeti sterildir, gerçeklikten kopuktur ve bu nedenden dolayı da tekinsizdir. Kaybetmek ne kadar zorlayıcı olsa da, gelişimin özündendir.

Sosyal medya üzerinden insanlara sordum geçen gün. Son 20 yılda ne kaybettiniz? Tek tük cevaplarda insanlar inancımızı, güvenimizi, geleceğe bakışımızı hatta aklımızı dediler. Keşke zaman olsa, bu soru büyütülse ve kayıplara alıcı gözüyle bakılsa. Öyle ya sadece yandaş patronların kazanıp, palazlandığı bir çağdayız. Ama kadınsanız, çocuksanız, işçiyseniz, lgbti+ iseniz, muhalifseniz, Kürtseniz, aleviyseniz ya kaybedersiniz, ya kaybolursunuz. Gülistan Doku gibi, Cumartesi Anneleri'nin evlatları gibi yüzlerce gün yasınızı tutanların ruhuna, diline pelesenk olursunuz.

Biz bu ülkenin bu devrinde çok şey kaybettik. Her şeyden önce temel ihtiyaçlarımızı insanca karşılama hakkımızı. Beslenemiyor, barınamıyoruz. Her geçen gün cebimizdeki para daha büyük bir hızla kayboluyor. Beslenemeyen, evlatlarını besleyemeyenler intihar ediyor. İnsanın ruhsal yoksunlukları, kayıpları ne kadar elzem olsa da açlığın karşısında hiçbir insanca ihtiyaç duramaz. İnsanlığımızdan kayboluyoruz.

En önemli ikinci kaybımız güvenlik. Hiçbirimiz güvende değiliz. Bir direnişin, bir yürüyüşün içinde olmanıza gerek yok. Oturduğunuz yerden attığınız bir tweet nedeniyle tutuklanabilirsiniz. Düşünün ki insan zihninin stabil ve işlevsel kalması için en büyük ihtiyacı güvende hissetmektir. Oysa biliyoruz; bu memleketin sokaklarında biz güvende değiliz. Bizi saltanatın cahil takımı bekçileri mi koruyacak? Mafya- tarikat- sermaye üçgeninde hepimizin sınırlarına sızan bir güvensizlik duygusu hâkim değil mi?

Özgürlük duygusunu da kaybedeli çok oldu. Ne yediğimize, ne içtiğimize, kime oy verdiğimize, ne giyeceğimize, ne okuyup yazacağımıza karar veren muktedir el verdiği ölçüde yatak odalarımıza kadar sızıyor. Katlanılması zor bir tahakküm altında özgürlüklerimize veda ediyoruz. Karşı duran, direnen siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler ve öğrenciler hapiste. Biz belki hapiste değiliz ama biz de özgür değiliz. Düşüncemiz özgür değil, rengimizle gürül gürül akamıyoruz. İnsanın aklına varoluşçu psikolojide altı koyu renkle çizilmiş özgürlük kavramı geliyor; insan varoluşunun temel unsurlarından. Oysa biz her geçen gün kararnamelerle, Muktedirin hırçın söylemleriyle ve bir akşamda uydurulan yönetmeliklerle özgür ruhlarımızdan eksiliyoruz.

Biz bu badireli yolda aklımızı da kaybettik diyenlere söylenecek bir şey yok. Haklılar, memleketin son 20 yılı zihnin ve kendiliğin bütünlüğüne büyük bir tehdit oluşturdu. Sonuçlarından haberdar olduğum bir ruh sağlığı epidemiyolojisi çalışması yok. Ama en azından benim karşılaştığım danışanların geçen her gün daha fazla süreler ülke gündemi ve düşündükleri ile ilgili konuşmaya ihtiyaç duyduklarını görüyorum. Tüm kayıplar yaşayan insanlarda olduğu gibi bir inançsızlıktan, isteksizlikten, güvensizlikten ve geleceksizlikten bahsediyorlar. Ülke gençlerine sorduğunuzda yarısından çok daha fazlası geleceğe umutla bakmıyor ve başka bir ülkede yaşamak istediklerini belirtiyor. Bakın burada çok önemli ve hayati bir kayıpla karşı karşıyayız: Umutsuzluk. Bu hafif bir kavram değildir. Biz ruh sağlığı uzmanları için depresyon şiddetini belirlemede anahtar bir kavramdır. Biz danışanlarımıza sorarız: Peki gelecekten umudun var mı? Var derse biraz içimiz ferahlar, nefes alırız. İşte biz bu ülkede yaşayanlar olarak o rahatlatıcı nefesleri alamaz olduk. Aklımızın, fikrimizin, umudumuzun, adalet inancımızın kaybı aklımızda ve ruhumuzda onulmaz yaralar açtı.

Hayat devam ediyor ve toplumsal kayıplarımıza yenileri eklenmeye devam ederken, bir yandan da bireysel kayıplarımızı yaşıyoruz. Ayrılıklar, ölümler, iflaslar, yaslar insan dünyasının en kesintisiz devam eden örüntüleri. Ancak bu ülke insanına kendi kayıplarıyla ilgilenecek fırsatı vermiyor. Derken bir de üstüne bir buçuk yılı aşkın bir süredir devam eden pandemi geldi. On binlerce insanı yitirdik çaresizce, tam yasını tutabildik mi emin de değilim. Cenazelerimizin ardından yaptığımız ritüeller, yasın sağlıklı bir şekilde başlaması ve yaşanması için kıymetli süreçlerdir. Bunları yapamamak bireysel yasları çok baltalamıştır diye düşünüyorum. Unutulmamalıdır ki bireysel olsun, toplumsal olsun omurgayı o kadar eğriltir ki, kişi ve toplum için dik bir duruşu imkansız kılar.

Yaşadığımız günler sanki hep kayıp bir zamanın damlaları gibi. Ne yaşadığımızı ve neyi kaybettiğimizi bilmeden savruluyoruz. Oysa kayba bakmak, uzun uzun bakmak önemlidir. Elbette o odaklanmada takılıp kalmak değil, sadece yeterince bakmak. Geçen gün sosyal medyada bir görsel paylaştım: Şeffaf bir cam fanusun içine konulmuş, değer verildiği belli, kırık bir tabağın parçaları. Kayıplar ve bizim ruhsal süreçlerimiz açısından anlamlı. En önemlisi kırılmaları, kayıpları görünür kılmak önemli. Çünkü aslında insanların en zorlandığı şey kayıplarını anlamlandırıp, bir araya toplamaktır. Parçaların içini gösteren bir kavanozda toplanması ise görülmesine ve tüm duygularıyla birlikte fark edilmesine olanak sağlar. Kaybettiklerimizden bir müze yaratmamız şart da değil. Onlarla hesaplaşıp, vedalaşabiliriz. Ama mesela hiç sızısı dinmeyen toplumsal bir felaketin hak ettiği şey, aynı toplama kamplarının müzeye dönüştürülmesi gibi, herkesi kayba tanıklık etmeye çağırmak olabilir. Bu ilk dönemler altında dönerci bulunan ve sonradan kamulaştırılan Madımak Oteli için de geçerli. Kayıplar önce dışsallaştırıldığı ve sonra duygusu içsel akışa dahil edilebildiği ölçüde aşılır.

Tüm bireysel ve toplumsal kayıplara rağmen hayat devam ediyor. İnsan çok büyük insani acılar yaşadığında yaşam duracak ve herşey onunla bekleyecek sanır. Oysa sabah kalktığında sokaklar süpürülmüş, ekmekler marketin kasasına konmuştur bile. Bu elbette insana biraz acımasızlık gibi gelir ama yaşam böyledir. Kayıplarla baş etmek için önce yüzleşebilmeliyiz, ki inkar ilkel bir savunma düzeniğidir. Sonrasında kayıp bir paylaşım ve direniş içinde işlenmelidir. Ancak bu şekilde yaşamda dik bir duruş sergilenebilir. Bu vesileyle Boğaziçi Üniversitesi'nin zaferle sonuçlanan direnişi için tüm hocalarına, öğrencilerine, mezunlarına selam olsun. Bize omurgayı dik tutmanın önemini hatırlattılar.