Her şey ne kadar hızlı gelişiyor. Katliamlar, darbe girişimi, savaş, ekonomik kriz, Varlık Fonu’na devasa bir sermaye devri ve başkanlık referandumu… Bütün bu hız ve panik, Gezi’den sonra başladı sanki. Gezi’den önceki hayatımı düşünüyorum da, bugüne göre durağan bir hayattı. Beyoğlu’nun eski apartmanlarından birisindeki bir yayınevinde editörlük yapıyordum. Huzurlu bir yerdi, herkesin derin bir sessizlik içinde çalıştığı. Çalışma masamdan başımı kaldırdığımda pencereden karşıdaki kilisenin pencerelerine konan güvercinleri görürdüm. Çalıştığım kitaba dikkatimi vermekte zorlandığımda İstiklal Caddesi’nde kısa bir yürüyüş molasına çıkardım. O yürüyüşlerde bu sürecin hızlanacağına dair düşünceler de gelirdi aklıma. Gidişat belliydi, ne söylenip yazılıyorsa gerçekleşiyordu. Yetinmeyecekler deniyordu, yetinmiyorlardı, hep daha fazla… Durduğu an düşeceğini bilen çizgi film kahramanları gibi…

Nedense, belki çocukça bir his, Nâzım Hikmet’in, Yaşar Kemal’in yetiştiği bu topraklarda, eninde sonunda iyilerin kazanacağına inandım hep. Dinlediğim türkülerin, ağıtların, şiirlerin çocukluğumdan beri bana söylediği buydu. 12 Eylül Darbesi, kentlere göç, 90’lardaki kıyım, çarpık modernleşme, vahşi kapitalizm, toplumsal çürüme, bir dolu başka etkenin üst üste gelmesinin olmazsa olmaz sonucu yaşanıyordu şimdi. Bütün bu süreç, referandumdan “hayır”ın çıkmasıyla başka bir seyir alabilir, bu topraklarda umudu yeniden diriltebilirdi.

Eskiden yaptığım gibi kısa bir yürüyüş molası için İstiklal Caddesi’ne çıktım. Çok zaman geçmişti. Caddenin ortasından geçen tramvay yolunda çalışma yapılıyordu, toz toprak... Sokak müzisyenleri, mağazalar, her şey değişmişti. Kalabalık olmasına rağmen terk edilmişlik duygusu verdi bana cadde, koyu bir yalnızlık... İnsan hemen gitmek istiyordu buradan, arka sokaklarına kaçıp kaybolmak… Toplumsal dönüşüm, İstiklal Caddesi’ne bakarak anlaşılabilirdi. Renkleri solan bir ülke…

Galata Kulesi’nin oralarda, dokunulmamış bir sokağın içine gizlenmiş çay ocağı buldum. Nasıl olduysa girilip mahvedilmemiş bir sokak… Çocukların oyun oynadığı, kapı önlerinde oturup sohbetlerin yapıldığı, gençlerin köşe başlarında toplaşıp işler çevirdiği canlı bir sokak. Yanımda, Niyazi Berkes’in YKY’den çıkmış “Felsefe ve Toplumbilim Yazıları” adlı kitabı vardı. Hüseyin Rahmi hakkındaki 1945 tarihli yazısına takılmıştım. Hüseyin Rahmi, karamsar bir yazardı ülkenin gidişatına dair. Ta o zamanlardan, bu düzen değişecekse, bunu kurnazların, hile ve gasp yoluyla yapacaklarını yazmıştı. Hile ve gasp…

Niyazi Berkes, Hüseyin Rahmi’nin sıklıkla toplumsal çürümeden yakındığını anlatıyordu kitapta romanlarından örnekler vererek: “Cemiyette ahlaksal bir başıboşluk alabildiğine gider. Bir tarafta toklar kendi menfaatlerine uydurulmuş kaidelerin kalkanı altında, en meşru ve şatafatlı namlar altında küplerini doldurmak hummasıyla meşgulken, öte yandan açlar karınlarını doyurmak için gayri meşru sayılan her vasıtayı zaruri, meşru görmeye başlarlar. (…) Evet, geçmişte ahlak, din kaideleri vardı. Ama bunlar da sadece hayvani hayat mücadelesini peçelemek için uydurulmuş şeylerdi. O zaman insanlar bunlara inanırlardı. Fakat kazan hep içten kaynıyordu; şimdiki gibi kapağı kalkmamıştı; şimdi kapak kalkmış, her şey açığa vurulmuştur. Zaten insanoğlunun en büyük ızdırabı yalana inanışı, bu büyük hamakatidir. Daha kötüsü, buna cemiyette sadece ezilenler inanıyor. Kurnazlar yine her şeyin tepesindedirler.”

Hüseyin Rahmi’nin karamsarlığı, ne kadar haklı da olsa işlemiyordu içime. Çok eskiden daha beter karamsarlıklara kapılmışlığım olmuştu, ama Niyazi Berkes’in de yazısında bahsettiği gibi bu bir “kör döngü”ydü, bir yere varılamayan. Sadece bu toprakları değil, bütün dünyayı kaplayan, Niyazi Berkes’in tabiriyle “değer bunalımları”nı anlamak, Hüseyin Rahmi’nin arzuladığı o yüksek insani ülküleri gerçekleştirmenin anahtarıydı. Karamsarlığın kolay ve teslim olanı değil, umuda açık ve isyankâr olanı güzel olmuştu hep. Çay ocağında oturduğum masaya, sokakta oynayan çocukların topunun çarpması, çektiğim şutun karşı apartmanın camını kırması ve bir dolu hadisenin ardından, çocuklarla Galata’dan Karaköy’e doğru koşarken buldum kendimi. Sonradan geri dönüp kırılan camın parasını verecek olsam da, bu dokunulmamış sokağın hikâyesine bir yerinden girmiştim, çıkmaya niyetim yoktu.