Bütün bir ülke “kaynayan kurbağa sendromu”ndan mustarip. Ne mi “kaynayan kurbağa sendromu?” Bir kurbağa kaynar bir tencereye atılırsa ani şok etkisiyle kendisini anında suyun dışına atar. Oysa aynı kurbağayı soğuk su dolu tencereye atıp, suyu da yavaş yavaş kaynatmaya başlarsanız kendisini bekleyen sonu algılayamaz. Artan vücut ısısıyla birlikte suyun sıcaklığını fark edemez hale gelen kurbağa, sıcaklığı hissettiği zaman ise artık çok geç kalmıştır; kaynayıp patlayarak ölür.

Yavaş yavaş ısıtılan tencere içindeki kurbağa gibiyiz. İçinde bulunduğu değişimi algılayamadığı için kaynayarak canını veren kurbağa gibi koca bir ülke de sinsice uygulanan değişikliklere alıştırıldı. Toplumsal, siyasal yaşamın dönüşümü yavaşça hayata geçirildi. Çoğu kimse bu dönüşümü fark edemedi. Suyun ısındığını, kaynamaya doğru gidildiğini bir türlü algılayamadı. Uyum göstererek kendi sonunu hazırladı. Anladığında ise iş işten çoktan geçmişti.

***

Salgın günlerinde bu sendrom daha net ortaya çıktı. Başından itibaren akla, bilime aykırı politikalarla salgın sürecini yöneten siyasi iktidarın politikaları ortadayken, bu süreci ‘başarılı” olarak görenler mi dersiniz, tek tek bakanları alkışlayanlar mı dersiniz tekmili birden sıraya girdi. Her yanlış kanıksandı.

Bakanların her gün kameralar karşısına çıkması “süreci çok iyi yönetiyorlar” şeklinde kabul gördü. Kitleler alışa alışa artık normal oymuş gibi sunulan yanlışı kabullenmeye başladı. Adeta bir sürü bağışıklığı ile bu düşünce yaygınlaştı.

Koordinasyonsuz, şeffaf olmayan, akla ve bilime dayanmayan politikalarla salgını önlemek yerine daha da yaygınlaştırdılar. Cuma günü gece yarısı yasaktan iki saat önce ilan edilen sokağa çıkma yasağı fiyaskosu dahi hiçbir ders alınmadığının işareti.

Saray’ın “Her şey düzelecek” söylemine koşulsuzca biat edenler “benden sonrası tufan” mantığıyla kendileriyle birlikte bütün ülkeyi batırmakta beis görmüyorl.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi salgın günlerinde memleket can derdindeyken, koltuk kavgalarına girişmeleri kendi ikballerini her şeyin üstünde görmelerinden.

***

Sonrası mı?

Tıpkı 28 Eylül 1994 tarihinde Baltık Denizi’nde batan Estonya feribotu faciasını hatırlamakta yarar var. Estonya’nın başkenti Tallinn’den İsveç’in başkenti Stockholm’e giden 989 yolculu feribot, kıyıya yakın bir mesafede su almaya başlar. Yan yatan feribot ağır ağır su almaya devam eder ve bir saat içinde batar. Denizcilik tarihinin en büyük facialarından birisi olan kazadan sadece 137 kişi kurtulur, 852 yolcu boğularak yaşamını yitirir.

Ölenlerin büyük çoğunluğu çok iyi yüzme biliyordur. Kafaları karıştıran sorun da buradadır. Çoğunluk çok iyi yüzücüyken, feribot da kıyıya bu kadar yakınken nasıl oluyordu da bu facia önlenememiştir? Neden insanların çoğunluğu kurtulmak için bir çaba içine girmemiştir?

Facia sadece teknik uzmanlar, yetkililer ve gemi mühendisleri tarafından değil, aynı zamanda davranış psikolojisi uzmanlarınca da yıllarca incelenir. Davranış psikolojisi uzmanları kazada ölenlerin neden kurtulamadıklarını araştırır. Kazadan kurtulanlarla, ölenlerin aileleriyle, arkadaşlarıyla, yakın çevreleriyle görüşülüp geçmişleri incelenir.

Uzun incelemeler sonucunda ortaya şöyle bir tablo çıkar: Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başlar. Ancak bine yakın yolcudan sadece 137’si su almaya başlar başlamaz hemen feribotu terk eder. Geri kalan 852 yolcu ise gemi kaptanının “panik yapmayın dünyanın en güçlü feribotundasınız” sözlerine kanarak su boşaltma işlemini izler. Sular yükselip gemi ağır ağır batmasına rağmen yolcular gemiyi terk etmez. Feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar batışı izler. Bu da bir başka sendrom olarak literetüre geçer; “Estonya feribotu sendromu.”

***

Siyasal İslamcı rejimin tahakkümü altındaki ülkede sendromdan sendrom beğen. ‘Kaynayan kurbağa sendromu’ndan ‘Estonya feribotu sendromu’na ülke felakete sürüklenirken, “Bize bir şey olmaz” diyerek pembe tablolar çizenler, hep birlikte gemiyi batırmaya doğru sürüklüyor.