Tüm yaşam alanları tehdit altında olan, geleceklerine el konulan ve ortak bağları bir bir koparılarak yalnızlaştırılmaya çalışılan gençler için üniversiteli olma hayali, kendi yaşamlarına sahip çıkmanın ve bunu mümkün kılacak bir araya gelişlerin hayalinden geçiyor.

Kayyumlar Çağı’ndan çıkış, özgür üniversite

HANDE TUHANİOĞLU

Bize, haliyle, bir ömür gibi gelen uzunca bir süredir sanki tüm sohbetler, tüm yazılar aynı cümleyle başlıyor: Giderek derinleşen ekonomik, siyasal ve sosyal kriz içinde debelenen yaşamlarımız. Sağlıklı ve üretken olabilmeyi çoktan bir tarafa bırakıp hayatta kalmanın yolları üzerine konuşmayı bir türlü aşamayan Türkiye’de yaşayan gençler için bu tek cümleden açılan kapılarsa sayısız: İşsizlik, geleceksizlik, yoksulluk, yalnızlık, mutsuzluk… Ancak bu hikâye, en başında tüm bu karamsar havayı dağıtmaya yetecek bir yerden başlıyor. O da sohbeti olduğu gibi direnişi de mümkün kılan bir araya geliş ve bir araya gelenlerin inatla taşıdığı yaşama arzusu. Üstelik, renkli bir yaşamı.

İşte tam bu yüzden; kişinin kendisinin ve içinde yaşadığı toplumun gerçekliğini kavramasına olanak sağlayacak, sağlıklı ve üretken olmayı mümkün kılacak bir karşı karşıya gelme zemini olarak özgür ve yaşayan üniversiteleri tartışmak, kriz ve krizden çıkış mücadelesinde kaçınılmaz. Zaten mücadelelerle olduğu kadar iktidar ve sermaye ilişkileri içinde de şekillenen üniversiteler, iktidarın saldırgan politikalarıyla çoktan tartışmaya açılmış durumda. AKP iktidarı boyunca, 20 yıldır sayısı yaklaşık 3 katına çıkan üniversitelerin; KHK’lar ve ihraçlarla, kayyum rektörlerle, baskı ve sindirme politikaları ile, pandemiden kaynaklı olanaksızlıklar bahanesiyle tüm kolektif zeminlerinin hevesle yok edilmesiyle içinin boşaltılmasına ve piyasa çıkarlarına kurban edilmesine şahitlik ediyoruz.

Bunların ve iktidar eliyle tüm eğitim sistemine yapılan bütünlüklü saldırıların sonucunda yaşanan toplumsal çözülme, sorunu daha da derinleştiren yeni politikalarla kapatılmaya çalışılıyor. En son, Yüksek Öğretim Sınavı’nın sonuçlanmasının ardından Devlet Bahçeli’nin çağrısı, Cumhurbaşkanı ve YÖK’ün kararı ile üniversitelere giriş baraj puanlarının düşürüldüğü açıklandı. Aynı “her ile bir üniversite” mantığıyla üniversitelerin sayılarının artırılmasında olduğu gibi, üniversiteye giriş sisteminde yapılan bu keyfi değişikliğin de eğitime ulaşılabilirliğin artması veya demokratikleşme niyeti ile yapılmadığı açık. Aksine, yüksek öğretime erişimin sınıfsal kökenleri, rekabete dayalı eğitim sisteminin yapısal sorunları, pandemi süresince devam ettirilen bilinçli ihmaller sonucu sekteye uğrayan öğrenim süreci gibi temel sorunlar göz ardı edilerek verilen bu karar, bir çözümden çok sorunun biçimini değiştirme yöntemine dayanıyor. Dahası, diplomalı işsizlik ve akademinin tasfiyesi gibi ciddi sorunları derinleştirecek bu değişikliğin iktidarın siyasal bir stratejisi olduğu söylenebilir. Bu stratejinin bir sonucu -aynı taşraya açılan üniversitelerde olduğu gibi- daha çok gencin yüksek öğretime erişmesinin sağlandığı algısının yaratılması. Zaten Devlet Bahçeli’nin yaptığı “gençlerimize sahip çıkalım” çağrısı da tam da böyle bir yerden doğuyor. Bununla yetinmeyip üniversite sınavının toptan kaldırılmasını da öneren bu zihniyet, belli ki üniversiteli olmayı, herhangi bir tabelalı eğitim kurumuna kayıtlı olmakla bir tutuyor. Ancak burada üzeri kapatılan, en başta ilk ve orta öğrenim koşullarındaki derin adaletsizlik, üniversite kazanmanın en azından özel ders ve dershane masraflarınca ederi olması, yani meselenin yapısal ve sınıfsal temeli. Bu politikanın bir diğer sonucu ise, gerçekten tabelalı binalardan farkı olmayan sayısız özel üniversiteye yönelik talebi artıracak olması. Kısaca söylemek gerekirse, üniversitelerin karşı karşıya olduğu sistematik saldırılarla, var olan nitelikli kurumlar aşındırılıp yerine şirket benzeri muadilleri konarak eğitimi piyasalaştırmanın en radikal biçimi amaçlanıyor.

Türkiye’de üniversitelerin neoliberalleşmesi, aynı tüm dünyada olduğu gibi, bu nicelik-nitelik açmazının ötesinde bir anlam taşıyor. Üniversitelerin piyasa mantığı ile şekillenmesi, basitçe bu kurumlar üzerinden kar elde etmekten başka, burada kurulan tüm toplumsal ilişkilerin de piyasalaşması anlamına geliyor. Türkiye’de gerici ve otoriter rejimin eliyle yürütülen bu sürecin ilk adımı temelde özgür ve eleştirel bilgi üretmesi beklenen üniversitelerin özerkliğine el konulması. Kökleri ta YÖK’ün kuruluşuna dayanan bu süreç, son zamanlarda atanan kayyum rektörler ve düşünceleri sebebiyle ihraç edilen akademisyenlerle giderek keskinleşiyor. Bilimsel bilginin üretilmesine ve kendine has bir toplumsallığı kurmaya yetecek nitelikteki üniversitelerin yıkımı, bu mekanları toplumsal bağlarından kopararak anlamsızlaştırıyor. Üstüne üstlük, mevcut ekonomik kriz koşullarının da etkisi ile meslek edindirme yolları kapalı olduğundan, gençler yaşamlarının en başında hem toplumla kuracakları anlamlı ilişkilerden hem geleceklerinden mahrum bırakılıyor. Pandemi sebebiyle mekânsal anlamını da yitiren üniversitelerde umudu doğuracak karşı karşıya gelişlerin önü kesilmiş durumda. Belli ki sayısı 8 milyonu aşmış üniversite öğrencisinin varlığı, “üniversitelilerin” varlığı ile bir değil. Diplomaların anlamsız olduğu çoktan kabul edilmişken, mezun olduktan sonra temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak koşullarda çalışmak istemeyenler veya bu koşullarda bile iş bulamayanlar için yüksek öğretim süresini uzatmak giderek görece lüks bir teselliye dönüyor. Hal böyleyken, akademik üretim de anlamını yitiriyor. Araştırma yapmanın proje yürütmeye evrildiği durumda, var olan toplumsal ilişkilerin sorgulanması, yerini üniversiteler ve sermayenin danışıklı dövüşüne bırakıyor.

Peki nedir “üniversiteli” olmak? Tabii ki, üniversiteyi tüm iktidar ve sermaye ilişkilerinden bağımsız, kendi başına özgür ve üretken bir oluşum olarak düşünmek anlamsız. Fakat üniversitenin ve üniversitelinin en azından belli bir toplumsal ve tarihsel bağlamdaki anlamını tartışabiliriz. Zaten tam da bu tarihsel anlamı onu iktidar ilişkilerinin odağı haline getiriyor. Kapılarından içeri giremediği kampüslere binlerce polisle saldıran, konuşmasını dinlemeyen öğrencileri terörist ilan eden, bastıramadığı direnişlerine kayyum rektörler ile darbe indirmeye çalışan gerici iktidar için, yaşamın inatla savunulduğu üniversiteler elbette kendisine yönelen birer tehdittir. Tam da bu yüzden üniversiteler, orada kurulan ve yükselen direniş hareketleri ile, her dönemde baskı ve karamsarlığa karşın umudu yeşerten yeni yollar açmasıyla değer kazanır. Öyleyse, üniversiteli olmak da bu toplumsallığın içinde, kolektif bir fikri ve alternatif bir yaşamı kurmanın bir parçası olunduğu sürece anlamlıdır.

Tüm yaşam alanları tehdit altında olan, geleceklerine el konulan ve ortak bağları bir bir koparılarak yalnızlaştırılmaya çalışılan gençler için üniversiteli olma hayali, kendi yaşamlarına sahip çıkmanın ve bunu mümkün kılacak bir araya gelişlerin hayalinden geçiyor. Bugün tüm koşullara rağmen nefes alabildikleri alanları terk etmeyen gençlerin ısrarla seslerini yükseltmeleri gösteriyor ki hiçbirinin ne hayallerinden ne de birbirlerinden vazgeçmeye niyeti yok. Yine de etrafta kimsenin görünmediği anlarda, gözleri diğerlerini ayıran başkalarının da olduğunu hatırlamak iyi gelebilir.