ABD tarafı, her şeyin önüne S-400 meselesini kaymaktadır. Bu konuda Türkiye'ye geri adım attırılması yani bugünkü aşamada S-400 savunma füzesi sistemlerinin aktive edilmemesi (başka bir anlamda depoya kaldırılması) dayatılmaktadır. Bu olmadığı takdirde hiçbir konuda ilerleme sağlanamayacağı gibi ABD'nin Türkiye'ye CAATSA yaptırımları ile Temsilciler Meclisi'nden çıkan (Erdoğan hadedanının mal varlığını da kapsayan) yaptırımları uygulama mecburiyetinde kalacağı ifade edilerek baskı kurulmaktadır.

Kazan-kazan durumu bile hayal

Oğuz Oyan

Tüccar kafalı liderler 13 Kasım’da ABD'nin başkentinde buluştular. Beklenildiği gibi, bizimkinin eline geçen tek fırsat, uyuşmazlık konuları hakkında, özellikle PYD/YPG konusunda kendi tezlerini Amerikan yönetimi ve kamuoyuna bir kez daha anlatabilme olanağını elde etmiş olmasıydı. Bu yoldan yani kendi konumunda ABD’nin istediği düzeltmeleri yapmadan, “sağlam” argümanlar üzerinden karşı tarafı ikna edip ödün koparabileceğini sanmak, dış politikayı hiç bilmemek anlamındadır.


Bizimkinin elde ettiği tek şey ise, hiçbir Batılı büyük ülke lideri artık kendisiyle ikili ilişkiler kurmaya yanaşmazken, en büyük Batı ülkesi olan ABD ile bu ilişkilerin halen kurulabiliyor olmasıydı. Bu, iç politikaya satışı dışında, pek aldatıcı bir değerlendirmedir. ABD gibi küresel hegemonyasını sürdürme peşindeki büyük güçler, çok yönlü dış ilişkiler geliştirmekten kaçınamazlar. Üstelik bölgede bir NATO ileri karakolu konumunda olan ve büyük bir orduya sahip olan Türkiye gibi bir ülkeyi denklemin dışına atamazlar. Ama ayar vermekten de kaçınmazlar. Rusya ve Çin’in hem bölgede hem de dünyada benzer ilişkiler seti kurmak konusundaki başarıları, diğer örnekler olarak önümüzde durmaktadır.

Öte yandan, Aralık başında Londra’da Türkiye yanında İngiltere, Almanya ve Fransa’nın katılımıyla yapılması planlanan dörtlü zirvenin, “ikili ilişkilerin geliştiği” zarfıyla sunulması da mümkün değildir. Türkiye ile Avrupa/AB arasındaki ilişkiler gergindir ve RTE de bir siyasi liderliği olmayan bu karışık coğrafyaya karşı ABD’ye yapamadığını yapmakta, çok fazla kükremektedir. Bu koşullarda Londra buluşmasının, tıpkı Washington’da olduğu gibi, RTE’ye ve AKP Türkiye’sine ayar verme, neleri yapamayacağını ona gösterme, S-400’den vazgeçirme (artı Rusya ile ilişkileri konusunda uyarma) ve Kuzey Suriye’de PYD/YPG’ye düşmanlıktan vazgeçirme (hatta muhatap alma) baskıları yapma, Suriyeli sığınmacıların ikide bir Erdoğan tarafından Avrupa’ya bir tehdit unsuru olarak kullanılmasına son verme, RTE’yi Türkiye’deki demokrasi dışı baskı uygulamalarından vazgeçmeye davet etme gibi uyarıların güçlü bir dille ifade edileceği bir buluşmaya dönüştürülmesi beklenebilir. Bu ülkelerin bu basınçlar karşılığında sunabilecekleri tek şeyin, Türkiye’ye sığınmacılar konusunda kesenin ağzını biraz daha açmaktan ve Türkiye’ye yönelik doğrudan yatırımları teşvik etme sözü vermekten ibaret kalacağı tahmin edilebilir.

İLERLEME SAĞLANAMADI, AMA ABD KAZANDI

Erdoğan bagajında Washington’a götürdüğü hiçbir konuda, beklenilebileceği gibi, herhangi bir ilerleme sağlayamadı. Trump tarafı ise, Cumhuriyetçi senatörleri de devreye sokarak, Erdoğan ve heyetine kendi sınırlarının neler olduğunu anlamalarını sağlamayı herhalde bu defa daha iyi başarmış oldu. İlişkileri sürdürmenin faturasını Türkiye heyetinin önüne koydu. Bu faturada, yakında Avrupa liderlerinin RTE’nin önüne sürecekleri yukarıda saydığımız taleplerin büyük bölümünün yer aldığı açıktı.

ABD tarafı, her şeyin önüne S-400 meselesini koymaktadır. Bu konuda Türkiye’ye geri adım attırılması yani bugünkü aşamada S-400 savunma füzesi sistemlerinin aktive edilmemesi (başka bir anlamda depoya kaldırılması) dayatılmaktadır. Bu olmadığı takdirde hiçbir konuda ilerleme sağlanamayacağı gibi ABD’nin Türkiye’ye CAATSA (“ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlarla Mücadele Etme Yasası”) yaptırımları ile Temsilciler Meclisi’nden çıkan (Erdoğan hadedanının mal varlığını da kapsayan) yaptırımları uygulama mecburiyetinde kalacağı ifade edilerek baskı kurulmaktadır. Bunların etkisiz olmadığı açıktır. Nitekim, artık bitmiş bir mesele olması gereken S-400 sistemi konusunda 13 Kasım buluşmasında üst düzey bir müzakere heyetinin kurulma kararına varılması, kapalı kapılar ardında ileriye dönük ödünler verildiğini veya verilmeye yönelineceğini göstermektedir. (Ermeni tasarısının Senato’da oylanmasının L.Graham’ın çabasıyla şimdilik bloke edilmesi bunun bir sonucu gibidir).

Peki S-400 konusu ABD için niçin bu denli önemlidir? Şimdiye kadar birçok teknik mesele gündeme getirildi. S-400’lerin F-35’lerle uyumu sorununa her iki taraf farklı açılardan baktı. ABD tarafı, S-400’lerin sadece F-35’ler değil tüm NATO savunma sistemi bakımından bir sorun teşkil edeceğini hep savunageldi ama bunun ötesini söylemeyi de ihmal etmedi: Bir NATO ülkesinin ABD’nin karşı kampta kabul ettiği bir ülkeden stratejik savunma silahları ve teknolojisi alması kabul edilemezdi.

Kabul edilemezdi çünkü bu tutumun arkasında sadece ABD’nin eski Rus düşmanı alışkanlıklarından kurtulamayan siyaset sınıfı yoktu; ABD’nin savaş/barış politikalarında hep birinci derecede belirleyici olan Amerikan sınaî-askeri kompleksi bulunuyordu. Enerji/petrol sektöründen sermaye gruplarını da içinde barındıran bu kompleksin ABD savunma bakanlığı (Pentagon) ile birlikte davranma geleneği yanında, hem Temsilciler Meclisi hem de Senato (hepsinin toplamı olarak Kongre) üzerindeki etkileri de aşikârdı. Aslında bunda bir yenilik de yoktu. Türkiye’nin Çin’den savunma füzesi alımı gündemdeyken, ABD’ye bir TBMM heyeti olarak farklı konularda (içtüzük çalışmaları kapsamında temas kurmak ile Temsilciler Meclisi seçimlerinde AGİTPA adına gözetmen olmak) yaptığımız iki resmi ziyarette karşımıza çıkarılan tek konu Çin füzeleri meselesi olmuştu.
Daha gerilere bile gidebiliriz. Kapitalizm öncesinin büyük devletleri bile bu kuralın fazla dışında sayılmazlar. Örneğin Antik Roma’da M.Ö. I. yüzyıldan itibaren, vergi toplama yetkilerini geniş ölçüde ele geçiren “iltizam kumpanyaları”nın senato üzerinde kurdukları hâkimiyet ve işbirlikleri üzerinden Roma’yı dış savaşlara ve yeni vergi sahalarını fethetmeye zorladıkları iyi bilinen tarihsel olgulardandır.

Dolayısıyla Türkiye tarafının daha önce yaptığını yaparak, yani teknik açıklamalarla muhatabını ikna etmeye çalışarak, herhangi bir ilerleme sağlama şansı yoktur. Aynı şey, S-400’ler yanına Amerikan Patriot füze sisteminin de eklenmesini önermek gibi imkânsız hayaller için de geçerlidir. ABD tarafı, bir NATO ülkesine S-400 kullanımı konusunda göz yumulmasının adeta bir yağ lekesi gibi başka silahlara ve ülkelere de yayılması riskini göze almaz. O kadar ki, NATO dışındaki ülkelere -örneğin Hindistan’a bile- S-400’lerin satılmasını önlemeye çalışmaktadır.

Hegemonyasını hızla aşındıracak bu tür gelişmelere en şiddetli tepkileri göstermek hegemon gücün doğasına uygundur. Hatta bunlara simgesel önemi yüksek başka tepkiler ve talepler eklenmektedir: Türkiye’nin Rusya ve İran ile ilişkilerini sınırlandırması; TSK’nın Kuzeydoğu Suriye’de Rus askerleriyle ortak devriyeye çıkması gibi yoğun alerji ve kuşku yaratan uygulamalara son vermesi; ABD’nin koruması altında olduğu bir kez daha teyit edilen SDG (PYD/YPG) unsurları ile iyi geçinilmesi (bu arada ÖSO’nun dizginlenmesi) ve Kuzey Suriye’de Türkiye’ye çizilen sınırların aşılmaması... Hepsinin özeti, Türkiye’nin Batı kampından uzaklaştığı görüntüsü veren pratiklerden uzak durması...

kazan-kazan-durumu-bile-hayal-650284-1.
Batı’ya kafa tutacaksan, eğer bu gerekli olduysa, “ey Avrupa, göçmenleri başına sararım” tarzı ilkesiz ve itibar kaybettirici çıkışlardan uzak duracaksınız. Trump nasıl RTE’nin anladığı dilden konuşuyorsa, Türkiye de (tabii RTE’siz bir Türkiye) kendi üzerinde baskı kurmaya çalışanlara anladıkları dilden konuşabilecek güce ve olgunluğa erişebilmelidir. İncirlik üssünü masaya koymadan, NATO’dan çıkışı göze almadan yapılacak kof kabadayılıklar, emperyalizme yeni ödünler verilmesiyle sonuçlanmaya yazgılıdır.


DIŞ POLİTİKADA YALNIZLIĞIN BEDELLERİ

Türkiye, AKP yönetimi altında, dünyada giderek yalnızlaşmıştır. Dış politikada yalnızlık, maliyetli sonuçları olan bir durumdur. Büyük güçler veya bloklar arasında sörf yapılmasının ömrü sınırlıdır; buradan yalnızlaşma giderilemeyeceği gibi kalıcı bir biçimde bağımsız davranma biçimleri de geliştirilemez.

Bu yalnızlığın en görünür sonuçlarından biri Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin tamamen oyun dışı bırakılmasına dönük olarak kurulan geniş ittifaktır. Bunda AKP’nin mezhepçi politikalarının ve Suriye’nin bölünmesinde oynadığı rolün etkisi olmadığı düşünülebilir mi?

13 Kasım’daki ABD temaslarında, Türkiye için Suriye’den çok daha yaşamsal bir mesele olan Doğu Akdeniz doğalgaz kaynaklarının adilce paylaşımı ve işletilmesi konusunun asıl gündem maddesi yapılamamasının arkasında, AKP’nin yanlış önceliklerinin ve “değersiz yalnızlığa” sürüklenmiş olmasının etkileri büyüktür.

Tabii bir de Türkiye’yi yöneten (her şeyden sorumlu ama yaptıklarından sorumsuz) tek adamın ve hanedanının mal varlığına ilişkin kişisel zaaflar��n Türkiye’nin zaafına dönüşmesi gibi büyük bir yükün taşınmak zorunda olduğu da unutulmamalıdır. Bu koşullarda bağımsız dış politika geliştirmek çok handikaplıdır.

OYUNU NE BOZABİLİR?

Türkiye üzerine ve Türkiye’nin fiili monarkı üzerine kurulan dış baskılardan kurtulmanın birinci koşulu, Türkiye’nin bugünkü yönetici sınıfından ve monolitik rejiminden kurtulmaktır. Ama bu, baskılara daha fazla boyun eğecek, neoliberal paradigmanın bir milim dışına çıkmayacak, yeni kulluk/biat ilişkileri üretecek iktidar türleri üzerinden inşa edilemez.

Batı’ya kafa tutacaksan, eğer bu gerekli olduysa, “ey Avrupa, göçmenleri başına sararım” tarzı ilkesiz ve itibar kaybettirici çıkışlardan uzak duracaksınız. Trump nasıl RTE’nin anladığı dilden konuşuyorsa, Türkiye de (tabii RTE’siz bir Türkiye) kendi üzerinde baskı kurmaya çalışanlara anladıkları dilden konuşabilecek güce ve olgunluğa erişebilmelidir. İncirlik Üssü'nü masaya koymadan, NATO’dan çıkışı göze almadan yapılacak kof kabadayılıklar, emperyalizme yeni ödünler verilmesiyle sonuçlanmaya yazgılıdır.

KONGRE-TBMM FARKI

13 Kasım’da Trump-Erdoğan görüşmesi yapılırken, ilginç bir rastlantıyla, Trump’ın azil soruşturması da Temsilciler Meclisi’nde kamuoyuna açık olarak başlatılmıştı. Trump, Erdoğan ile görüşmesini bahane ederek ve “daha önemli konuğum vardı” diyerek bu soruşturmayı izlemediğini söyleme olanağı elde edip günü kurtarmıştı.

İzleyen günleri kurtarıp kurtaramayacağı belirsizdi ama şu bir gerçekti: Trump’ın sınırlarını Kongre çiziyordu. Türkiye’de ise, TBMM’nin cumhurbaşkanına herhangi bir sınır koyması, gensoru ile düşürmesi olanaksızdı. Hatta yargılanmak üzere Yüce Divan’a sevk etmesi bile olanaksızlık sınırlarındaydı; o kadar ki, Yüce Divan’a göndermenin gerektirdiği nitelikli oy sayılarına ulaşmanın güçlüğü yanında, yeni anayasaya göre cumhurbaşkanının düşmesi Meclis’in de düşmesini beraberinde getiriyordu. Hangi Meclis, seçime bir yıldan az süre kalmadıkça, kendisini de düşürecek bir eyleme imza atar?

13 Kasım’ın son dersi şu olmalı: Trump’ın sınırlarını Kongre çiziyor, RTE’ninkini ise Trump.

cukurda-defineci-avi-540867-1.