Yaklaşık 25 yıldır müzik dünyasında yer alan Evrim Ateşler, Yunan müziği Rembetiko ile tanışmasını “Bir şarkı dinlemiştim, sözleri bir kederi anlatıyordu ama üzerinde neşeli melodiler vardı. Ben de bunun ne olduğunu sormuştum Yunan arkadaşlarıma, Rembetiko olduğunu söylediler” sözleriyle anlattı

Keder ile neşenin birleşimi: Rembetiko

HATİCE BÜLBÜL

“ Bütün bu çekilen acı, kötü bir rüya olsaydı ah!...Ve yanyana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden’…..Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yanyana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik!...” diyerek selam söyler Anadolu’ya, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanının kahramanı Manoli… Bir zamanlar yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutan o insanlar ortak şarkılar da ürettiler birlikte. Sonra mübadele yıllarıyla her biri bir yana dağıldığında, her biri yüreğini doğduğu yerde bırakarak göç yollarına düştüğünde kendi dillerinde çoğalttılar o şarkıları. Her biri içinde bir hikâye barındıran, her biri geçmişin izlerini taşıyan şarkılar… Geçmişin hikâyelerini anlatan bu şarkılar geçmişte kalmadı elbette, değerini bilenlerce gün yüzüne çıkarıldı, o seslere, hikâyelere yeniden hayat verildi.

O şarkıları derleyip gün yüzüne çıkaran ve geniş kitlelerle buluşturan isimlerden biri de İzmirli müzisyen Evrim Ateşler. 4 yaşındayken, babasının aldığı oyuncak enstrümanla müzik yolculuğuna başlayan ve sonrasında pek çok enstrümanı hayatına katan sanatçıyla, güneşin sıcaklığının rüzgârın esintisiyle buluştuğu bir günde İzmir Güzelbahçe’de buluştuk.

>> İlk albümünüzün Türkçe adı “Rembetiko’ya Adanmış”…Yunan müziği, Rembetiko yolunda uzmanlaşmaya, o şarkıları ortaya çıkarmaya sizi çeken şey neydi?

25 yıla yaklaştığım müzisyenliğimin ilk on senesi farklı enstrümanlarla, farklı branşlarda çalışmalarla geçti. Son 13-14 senedir sadece Türk-Yunan ortak ilişkileri ve kültürü, İzmir kent tarihi, Rembetiko müzik stili ile ilgili çalışma yürütüyorum. Bu gelişme zaman içinde olmadı, birdenbire keskin bir geçiş oldu yani, radikal bir geçişti benim için.

Bir şarkı dinlemiştim, sözleri bir kederi anlatıyordu ama üzerinde neşeli melodiler vardı. Ben de bunun ne olduğunu sormuştum Yunan arkadaşlarıma, onlar da bunun Rembetiko olduğunu söylediler. Ben orda Rembetiko’nun bir müzik stilinden ziyade bir felsefe olduğunu, tamamı böyle olmamakla birlikte, ironik bir ifadeyle sunulan bir tarza sahip olduğunu farkettim ve bunun üstüne gitmeye karar verdim. Kısa bir süre araştırma yaptım, o kısa süren araştırmanın finalinde o güne kadar yaptığım herşeyi bırakarak birden radikal bir geçişle bunu yapmaya karar verdim. Mesela, kendi şehrinizden ayrılıp başka şehirde yaşamaya karar veriyorsunuz ama nerede yaşayacağınızı bilmiyorsunuz, Müzikal kariyer böyle bir şey. Bir gün bir şehirde buluyorsunuz kendinizi, bulduktan sonra farkediyorsunuz ki aslında o şehir aradığınız şehirmiş ve oraya kökleniyorsunuz. Benim yaptığım şey tam olarak bu. Ben hangi felsefeye, hangi düşünceye, hangi kültüre aitim? 2020’de yaşıyoruz, bu kıyafetler benim kıyafetlerim mi acaba yoksa ben 16. yüzyıldaki gibi mi giyinmeliydim, motora mı binmeliydim veya geçmişte at mı kullanıyordum? 2000’de milenyum yaşadık. Binyıl denildi yani, yaşadığımız yıla mı ait ruhumuz acaba, bunları sorguluyor insan yazarken, bestelerken, çizerken.

>> Kaç tane ruhun bileşkesiyiz ya da…

Tabii, nereye aitiz, kime aitiz, nasıl hikâyeler var geçmişimizde yani. Ben yaşadığım yıla, dünyaya pek ait olduğumu düşünmüyorum. 1800’ler, 1900 yıllara ait ruh halim vardı her zaman veyahut daha da eski, 13.-14. yüzyıl gibi. Eğer yakın yıllara bakarsak mesela, 20. yüzyılda 1970’lere aittim. O yıllarda yapılan projelere, filmlere, şarkılara ayrı bir saygı duyuyorum, daha çok ilgimi çekiyor.

>> Smyrneiko ve Rembetiko özellikle uğraşınız olan müzikler… Biraz bilgi verebilir misiniz bu iki müzik türünün benzerliği ve ayrıldığı yönler üzerine?

Smyrneiko mübadeleden önceki süreçte İzmir’de farklı etnik kökenli müzisyenlerden oluşan orkestraların icra ettiği bir İzmir kent müzik modeli. Kelime olarak ‘İzmir’e ait olan’ demek. Mübadeleden sonra insanların değişen hayatları, dolayısıyla psikolojileri, dolayısıyla kalemleri, yaşanan acıları ve kederleri anlatmaya başladı. Bu şarkıları hangi formatta sunacaklardı, tabii ki ruh hallerinin değiştiği formatta. Acaba Smyrneiko evrilerek mi Rembetiko doğdu? Bu bir reenkarnasyon gibi. Rembetiko bir insan olsaydı ‘sanki eskiden hayatımın bir köşesinde İzmir’de yaşamışım’ diyebilirdi yani. Bu benim yorumum bu arada. Çünkü bunu böyle yorumlayabilmek için çok uzun yıllar bununla mücadele etmek lazım. Ben şöyle inanıyorum, başka bir anavatanın topraklarında doğup, yolda denizde seyir esnasında evrilen, mutasyona uğrayan, iyi ya da kötü tartışılır, sonrasında başka bir form olarak tekrar dünyaya gelen ve olgunluk sürecini yaşayıp yaşlanmayı bekleyen bir ömür...

Hayatının yarısını neredeyse sansüre uğrayarak, çalınması, söylenmesi, icra edilmesi yasak bir müzik olarak geçirmişken 9 Aralık 2017 tarihinde Unesco’nun Somut Olmayan Kültürel Miras listesine de alındı. Bu şu demek artık, bu müzik stili, enstrümanları, felsefesi insanlık bitinceye kadar değiştirilemez. Hakkının ona verilmesi gibi bir şey oldu, bu gurur verici bir durum.

Unesco’da dünya koruma mirasları listesinde 3 sistem var: Bir, doğa, doğadan gelen şeyler, en eski zeytin ağacı gibi.

İki, somut liste... Yani Atina Akropolisi, Kapadokya, Peri Bacaları gibi.

Üç, soyut kavramlar. Bilgi olabilir bu, bir spor dalı olabilir, bir müzik stili olabilir. Rembetiko, onların içinde ve bu belki konuyla ilgisi olmayan insan için hiçbir şey ifade etmiyor ama konuyla ilgisi olan biri için, bu şarkılarda kendinden bir parça bulan biri için çok fazla şey ifade ediyor. Şöyle düşünelim, çok sevdiğimiz biri vardı, hapse atıldı veyahut ta işkence gördü veyahut ta tam asılmak üzereydi, birden bir şey oldu, bir kanun çıktı onunla ilgili. İnsanlık var olduğu sürece artık ona hiç kimse dokunamayacak, zarar veremeyecek. Hiçbir zaman lekelenemez, öldürülemez, suçlanamaz. Hakkı teslim edildi ve onun farklı, önemli, eşsiz olduğu anlaşıldı. Meleklerin başında bir hare var ya, öyle diyorum ben, haresi var yani.

>> İki yakanın şarkıları bunlar. Birlikte de söyledikleri, oynadıkları. Gerek Yunanistan’da, gerekse Türkiye’de verdiğiniz konserlerde, gösterilerde onların değil bizim müziğimiz, onların değil bizim oyunumuz gibi tepkiler aldığınız da oluyor mu hiç?

Her zaman iki yakanın şarkıları değil konseptim. Eğer yaptığım çalışma tarihsel, kültürel, sanatsal bir çalışmaysa iki yakaya değiniyorum. Yaptığım çalışma aktif müzisyenliğimse, sahnede orkestrayla beraber yapıyorsam sadece karşı yakanın şarkılarını çalıyorum. Benim uzmanlık alanım, üzerinde çalıştığım, aktif müzisyenliğimi yönelttiğim müzik sadece karşı yakanın müziği. Ama tabii bu iki kültür içiçe olduğu için, sahnede iki ülkeden de alıntıların olduğu bir proje yapıldığında ortak paydayı sunuyoruz. Tabii ki bu insanı daha çok mutlu eden bir şey. Dolayısıyla şöyle ifade ediyorum ben, ortak paydada, biraz esprili bir dille dile getiriyoruz, işte dans ve enstrüman, şarkı veya makam, veya baklava ve Karagöz, Hacivat veya başka bir şey, çok soruluyor biliyorsunuz, ‘bu kimin, şu kimin’, söylüyorum, ‘ilgilenme, ye baklavayı, kalk ayağa iki dans et, iki şarkı dinle, öyle yaşa bu hayatı.’ Bizim gibi insanlar araştırıyor ve anlatıyor işte, neden birine ait olmamalı, birine değil de, coğrafyaya, toprağa, şehre ait olduğunda neden daha kıymetli olduğunu bizim gibi insanlar sunuyor. Dolayısıyla şöyle ifade ediyorum, bir kadın görsek, bir adam görsek, nereli olduğu, ne giydiği, hangi dili konuştuğu, neye inandığını sorgulamazdan önce ona âşık oluyoruz, farkettiğimizde artık âşık olmuş oluyoruz. Yani aşk önceden planlanan bir şey değil, âşık oluyorsun, olduğunda farkediyorsun, âşık olmuşum diyorsun ve ondan sonra karşındakinin ne giydiğinin, neye inandığının bir önemi varsa erkek veya kadınsın, bir önemi yoksa insansın… Dolayısıyla bir şarkının, bir makamın, bir enstrüman veya yenilecek bir maddenin, ürünün, insandan ziyade toprağa, coğrafyaya, kültüre, sanata, tarihe ait olduğunu kabullenirsen aşkı yaşamak daha güzel. Ama illa kime ait olduğunu bulacağım diye tutturursan, ona göre ilgilenmeye, yiyip yememeye karar verirsen, o zaman bir kıymeti kalmıyor, keyif de alamazsın.

>> Onlar Hasapiko diyor, biz Kasap Havası, onlar Zeibekiko diyor, biz Zeybek…Aynı havayı solumuş, aynı topraklarda birlikte yaşamışız, ortak değerler olması doğal elbette..

Bu danslar, bu şarkılar, bu müzikler, her şey, tabii ki insan yaptı bunları. İnsanlar çıkardı ortaya ama özünde insandan ziyade doğduğu topraklara ait olduğunu söylemek daha doğru. O topraklarda o gün Çinliler, Japonlar yaşıyor olsaydı, onlar oynuyor ve söylüyor olacaklardı bu şarkıları. Onların kültürü olacaktı. O dönemlerde ne İstanbul’da sadece Yunan yaşıyordu, ne Selanik’te sadece Türkler yaşıyordu. Ne Selanik’te sadece Yunanlar yaşıyordu, ne İstanbul’da sadece Türkler. Beraber yaşıyorlardı aynı topraklarda. Toprağa aitse demek ki orada yaşayan insana ait. Yaşayan insan karmaysa o zaman birine ait olması imkânsız. Ben projelerimden biri olan seminer konser programım Harmolipi’de de, bu dansların kime ait olduğundan ziyade nasıl doğduklarını ve neden ortak olduklarını ifade etmeye çalışıyorum.

>> Müziği sadece ses ve enstrümanla icra etmekle kalmıyor, çaldığınız, söylediğiniz şarkıların hikâyelerine dair de bilgi veriyorsunuz konserlerinizde.

Ucunda, kültür, tarih, sanatla ilgili bir bağ varsa, bir yaşanmışlığa dayanıyorsa eğer, bu yaşanmışlığın hem icra eden tarafından, hem de icra eden kişinin dinlettiği insanlar tarafından bilinmesi, o yaşanmışlığa bir saygı gösterisi gibi geliyor bana. Örnek veriyorum, ben 100-150 yıllık bir şarkıyı çalarken hikâyeyi araştırıp bulduğumda, dinleyene bu hikâyeyi anlattığımda, müzisyeni, seyirciyi, dinleyiciyi aynı seviyeye çıkarıyorum. Dolayısıyla seviye ortak olarak yükseldikçe paylaşım artıyor, aslında sanat icrası, buluşması budur bence. Neden sanat icra edilmiyor, çünkü yapan kişi ile sunulan kişi arasında bir uçurum var bizim ülkemizde. O uçurumu, arayı kapatmaya çalışıyorum. Aynı olmamız mümkün değil belki ama aynı seviyeye yaklaşırsak, sanatı icra edebilme, karşıdaki insan tarafından sanat olarak algılanması daha kolay olur. Ben bir şarkıyı bulurum, çalarım, söylerim, o dinler, dinlemez, bilir, bilmez, hikâyesini araştırır araştırmaz, anlar anlamaz, onun işi deyip kenara çekilebilirim, bu kolay bir yol ama insanlara sanatı sunarken nasıl algılayacağını da bilmeliyiz. En azından çaba sarfetmeliyiz bunun için, denemeler yapmalıyız yani. Bu projeler bir seferde doğmuyor, yapıyoruz, sahneliyoruz, bazı eksi-artı yönleri görüyoruz, tahlil ediyoruz, ondan sonra revize ede ede gerçek başarılı formatı yakalıyoruz ve sunuyoruz. Ama bunu on kere yaptığınızda on birinci için artık direkt başarılı formatla başlayabiliyorsunuz.

>> Pek çok Enstrüman var çaldığınız. Buzuki, cura, piyano, gitar, klarnet, ney, akordeon, ud, vurmalı çalgılar… Yeteneğin dışında emek vermeyi de gerektiren bir çokluk.

Ana enstrümanım piyano. Bugün sahnede şarkı çalıp söylerken gitar, buzuki ve cura kullanıyorum. Diğer enstrümanlar da zaman içinde benim meraklarımın, uğraşlarımın birer parçası oldu. Her enstrümanı aynı seviyede çalmıyorum. Hangi enstrüman ne kadar işime yarıyorsa o kadar çaldım bugüne kadar. En zayıf olduğum enstrüman ud, en hakim olduğum enstrüman gitar ama bir şarkımda o şarkıyı udla çalabiliyorsam çalıyorum, çalamıyorsam çalmıyorum. Bu demek değil ki ben ud sanatçısıyım, bu çok cüretkâr bir şey olur. Beste çalışmalarımı piyanoyla yapıyorum ama sahnede şarkı söylerken gitar çalıyorum,

Gitar, buzuki ve baglamas, bu üç enstrümanın ortak çıkardığı ses Rembetiko’nun gerçek sesi. Bunu icra etmek için üç müzisyen lazım. ‘Bir kişi çalamaz mı?’ diyerek bir sistem kurdum, ayağımın altında bir loop staiton, döngü kayıt sistemi, çalıştığım bir elektronik istasyon var ve rahmetli Özay Gönlüm’ün yaren adlı enstrümanından esinlenerek Ege Üniversitesi, Devlet Türk Musikisi Konservatuarı Çalgı Yapım Bölüm Başkanı Doç. Dr. Ali Maruf Alaskan ve öğretim görevlisi lutiye Recep Özdemir’le beraber üçümüz, dört buçuk ay bir atölyede gece gündüz çalışarak bir enstrüman yaptık. En alttaki sap gitar, ortadaki sap buzuki, en üstteki sap bağlamas. Bu enstrümanın ismi ‘Ena’. Patent başvurularımızı yaptık, olumlu yanıt aldık ve artık birisi bu müzikle ilgili tek başına çalışma yürütürse böyle bir enstrüman kullanabilir.

keder-ile-nesenin-birlesimi-rembetiko-683248-1.

>> Ve albümleriniz…

2017’de ilk albümüm çıktı: ‘Afieromenos Sto Rembetiko’, İngilizceye çevrildiğinde ‘Dedicated to Rembetiko’, ‘Rembetiko’ya Adanmışlık’ demek. Ama Yunanca’da eril, dişil ve cansız kavramları var. ‘Afieromeno Sto Rembetiko’ olsaydı ‘CD adanmış’ demekti Rembetiko’ya. Sonundaki ‘s’ ‘kapaktaki erkek adanmış’ demek ama bu sadece Yunanca anlaşılır, başka bir dilde anlaşılmaz. Beni kolaylıkla ifade edebilen bir isim oldu, kapakta, en altta şöyle yazıyor: “İzmirli Evrim Ateşler, eski İzmir ve Rembetiko şarkılarını yorumluyor.” Altında tırnak içinde ‘Afieromenos Sto Rembetiko’ çünkü adam adanmıştır, kendini adamıştır gibi bir anlam var. İlk projeydi, ben genelde siyah giyen biriyim, çok ender farklı bir renk giyerim, albüm kapağında üzerimde beyaz bir gömlek var. Bunun sebebi şuydu: benim için bu perdeyi aralamak önemli bir geçiş noktasıydı. Yani bir CD yapmanın çok ötesinde bir şeydi bu proje. O yılların şarkıları, yazıldığı yerde, o yıllarda bu şarkıları icra eden müzisyenlerin çocuklarının, torunlarının hâlihazırda çalmaya devam ettiği yerde, onlarla birlikte, o zamanki kayıt teknolojisine göre, yani bütün enstrümanlar aynı anda kaydedildi. Sanki plak kaydediyormuş gibi. CD kaydederken bütün enstrümanlar yeni teknolojide tek tek kaydediliyor, sonra birleştiriliyor. Biz hepsini aynı anda kaydettik, o yılların kaydı gibi. Bu benim için büyük bir kapıyı aralamaydı. O yüzden ben o büyük kapının şerefine beyaz bir gömlek giydim ve kapaktaki fotoğrafta elimle düğmeyi ilikler gibi duruyorum. Bu projelerin başlangıç adımıydı ve ben hazırım, buradayım, geldim, şimdi işte gömleğimi giyiyorum, düğmemi ilikliyorum, başlıyorum gibi bir anlam içersin istedik biz aslında. Projede tabii ki çok önemli isimler çalıştı. Bütün albümlerimde çok önemli isimlerle çalıştım. Ama en önemlisi, proje annesi diyelim, benim Yunanistan’da beraber ortak iş yürüttüğüm kültür-sanat danışmanım Georgia Papadopoulou… Çok büyük emek sarfetti albüm çalışması için, film çalışması için, bir sonraki albüm çalışması ve sonraki single için de. Bu konuyla ilgili insanları organize edip biraraya getirmesi, projenin başlangıcından sonuna kadar bütün yasal izinler, yazışmalar… Uluslararası bir iş yapıyorsunuz, uluslararası işin biraz ortada bir odak noktası oluyor, onun etrafında dönüyor her şey. Uydu gibi düşünelim yani, bizim uydumuz oydu. Bütün Yunan müziğinden arkadaşlarım, Türk çalışan arkadaşlarım, grafikten şarkı seçimine, icraya, izin alınmasına bütün ayaklarda çok büyük rol oynadı. Hakkı ödenemez bir şey yaptı. Bir CD çıkardım gibi bir şey değil bu, biz bu albümü yaptık, kenara koyduk, bu verilen emeğin bir ispat çalışmasıdır. İşten gerçekten anlayan biri dinlediğinde onun sadece bir CD olmadığını, o çalışmada çok büyük emek sarfedildiğini farkeder. Bu çalışma biraz benim bakış açımı, felsefi yönümü değiştirdi. Bir taverna şarkıcısı olmaktan ziyade, içinde kültürün, sanatın, tarihin, coğrafyanın barındığı birşeyler de yapmaya önem vermem gerektiğiyle ilgili uyardı beni. Tabii ki bizim evimizde de elektriği, suyu, telefonu, interneti ödediğimiz bir gelir durumumuz var. Tavernalarda, restoranlarda, otellerde çalıp şarkı söylüyoruz. Önceleri, sadece böyle olmasın, onun yanında kültürün, tarihin, sanatın, coğrafyanın da anlatıldığı platformlarda o insanlarla paylaşımlar yapalım, bunları biraz önemseyelim istedim ama şimdi içinde kültür sanat olmayan, tarih, coğrafya olmayan, insan olmayan, psikoloji olmayan neredeyse hiç iş yapmıyorum gibi bir durum var. Düşünüyorum da, insan olmak istediği yerde olduktan sonra yediği, içtiği, giydiği pek önemli olmuyor bence. Hayat bir şekilde dönüyor, bir kap yemek pişiyor, kafanı bir yere sokup uyuyabiliyorsun, işin maddi boyutundan ziyade manevi tatmini çok daha büyük yani.

2018’de ikinci albümümü yaptık. İsmi ‘Mazi’. Türkçe mazi gibi uzatarak değil, kısa okunuyor. Yunanca birlikte demek. Kendi branşlarında rüştünü ispat etmiş Yunanistan’da tanınan, bilinen 7 kadın şarkıcıyla onların stillerinde birer şarkı yaptık. Düet çalışması. Bir enstrümantal, iki tane de solo şarkı koyarak mix bir proje haline getirdik. Yani bir stile adanmış, atfedilmiş değil öyle nevi şahsına münhasır bir projeydi. Ben baktım bu kadınlar Yunanistan’da çok başarılı müzisyenler, hepsi arkadaşım. Sordum, hiç biraraya geldiniz mi diye, gelmedik, ya ne güzel olur bir albüm yapsak, ben hepinize birer düet yapayım, böyle bir proje yapalım, siz de biraraya gelin. Bunu başka bir ülkeden bir müzisyenin yapmış olması çok heyecanlandırdı onları ve Mazi de öyle çıktı.

2019’da bir albüm çalışması yapmadım, vakit olmadı, bu enstrümanı yani Ena’yı yaptık, seminer konser programı Harmolipi’yi hazırladım ve sunmaya başladım, o yüzden albüm için ayrıca pek vakit olmadı. Araya bir single sıkıştırdık, Ocak ayının birinde, yılbaşından hemen sonra. Benim gibi yeni jenerasyondan, müzisyen arkadaşları tarafından Yunanistan’da Rembetiko müziğin en önemli kadın seslerinden biri olarak işaret edilen arkadaşımız Anatoli Margiola ile birlikte, Yunanistan’ın yaşayan efsanesi olarak kabul edilen yönetmen Kostas Ferris’in 1983 yılında, tabuları yıkarak çektiği Rembetiko filmine yazdırdığı bir şarkıyı seslendirdik: Mana Mou Ellas. ‘Annem Yunanistan’ demek. Sembolik bir şarkı. Biz bunu okumak istedik ve bir single gibi CD’ye basıp dinleyenlere satmaktan ziyade internet platformlarına koyduk, herkes dinlesin diye. Yeni yıl yeni proje yaptım, 31 Aralık gecesi sahne çaldık, 1 Ocak’ta yayınladım ben şarkıyı. Yılın ilk düeti dinleyenlere hediye olsun diye. Güzel, duygusal ve önemli bir şarkıdır.

Şu anda üçüncü albümün hazırlıkları içindeyiz.

>> Yalnızca müzik değil sizi dinleyicilerle buluşturan. Tiyatro oyunları, sinema ve film müzikleri de ilgi, üretim alanınıza giriyor.

İzmir’de bir stüdyom var, bu stüdyomda kendi enstrümanlarımla, kendi kayıt yöntemlerimle film, belgesel, reklam gibi prodüksiyonlara jenerik besteliyorum. Şu anda elimde bir proje var, yeni bitirdim. Rahmetli usta oyuncu, yönetmen ve tiyatrocu Suat Taşer’in öğrencileri ve arkadaşlarının devam ettirdiği, farklı öykülerden oluşan ama kendisi bir ana tiyatro oyunu haline gelen bir çalışma var, öykü tiyatro. Bir oyun hazırlıyorlar şimdi, ana temaları mübadele. Bu oyun için 10 şarkı besteledim. Sanırım Şubat ayının ikinci yarısında sahnelenmeye başlayacak oyun.

>> Albüm ya da konser için şarkıları nasıl belirliyor, nasıl seçiyorsunuz?

Eğer proje bir tema içeriyorsa, bir şeye atfedilmişse, örneğin İzmir, mübadele, Pire, örneğin ada şarkıları, İstanbul gibi, yani konserin bir teması varsa ona göre bir seçim yapıyoruz. Konserin bir teması yoksa genelde Smyrneiko, Rembetiko çaldığımız için şarkılar iç içe. Onun dışında repertuara şarkı alırken nasıl seçiyorum diye merak ederseniz, benim avlanma ismi verdiğim seanslarım var. Şöyle, ben alkol, sigara kullanmıyorum, nargile içiyorum sadece. Haftanın bazı günlerini, o günlerin bazı saatlerini avlanma seanslarına ayırıyorum. Bir nargile yakıyorum, bir kahve hazırlıyorum kendime ve bu şarkılardan oluşan çok büyük bir arşivim var benim, belki benim ömrüm bitene kadar dinleyemem bile hepsini, o kadar çok. Rastgele açıyorum, arka arkaya mesela diyelim ki 100 şarkı, o yüz şarkıyı dinliyorum. Başladığı zaman şarkı makamını, yazan kişiyi, söyleyen kişiyi zaten algılıyorum. Nereye ait, Pire dönemi mi, İzmir dönemi mi, İstanbul’a mı ait geleneksel paradosiako bir şarkı mı, algılıyorum, dinliyorum. Saatlerce, iki saat, üç saat dinliyorum, dinlerken bana dokunduğunu hissettiğim şarkı varsa hemen liste yapıyorum. Ama sözü, sözünün bir yeri, ama içinde geçen bir kelime, ama hikâyesi, ama makamı, ama enstrümanı, ama söyleyen kişi, bir yerden bana dokunuyorsa o şarkı, biriktiriyorum önce bu şarkıları, 30, 40, 50 tane yapıyorum. Sonra birikmişlere bakıyorum, kaç tane oldu, diyelim 30 tane oldu, onları repertuara almaya başlıyorum. Bunların içinden sınıflandırarak konserin teması neyse ona göre seçim yapıyorum. Prova yaparken ana repertuar oluşuyor. Orkestrayla çaldığım aktif sahnelerimde ise, o an içimden ne geliyorsa onu okuyorum. Bir zeybek, eğlenceli bir şarkı ya da karma… O anda önümde repertuarım açık, herhangi bir sıralama yapmıyorum, şartlamıyorum kendimi. Genelde bu bütün müzisyenlerin program akışında birbiriyle olan iletişimi kolay olsun diye sadece konserde liste belirlenir. Sahnede pek liste belirlenmez, öbür türlü paket program olur. Biz tabii yapay müzik yapmıyoruz, canlı çalıyoruz, dolayısıyla duygu geçişlerini iyi kollamalı müzisyen.

>> Uzun yıllardır süren müzik uğraşınızda birlikte çalıştığınız topluluklar, isimler de oldu…

Şu an 3 aktif çalışmamız var. ‘Okeanos’ İzmir’deki orkestramız. Tüm Türkiye’de ve oluşabilecek tüm yurtdışı, yurtiçi seyahatlerinde aktif olarak çalıştığım, kuartet dediğimiz dört müzisyenden oluşan bir orkestra. Tabii ki kurulduğu kadrosuyla değil şu anda. Müzisyenlerden kimileri değişti zaman içinde. Ama felsefik olarak ana duruşu, insanlara sunduğu hizmet aynı şekilde, aynı kaliteyle, aynı çizgiyle her geçen gün artarak devam ediyor.

Diğer projemiz ‘Valise’. Onun için bir orkestra kurduk. Onun içinde de bazı değişen insanlar oldu. Valise Yunan müziğinden ayrı, benim çaldığım 10 farklı enstrümanın atfedildiği, 10 farklı müzik stiline, 10 farklı şarkıya hizmet eden bir proje. Bu şarkıların aranjeleri Yaşar Üniversitesi’nde müzik bölümünde hoca olan çok sevgili müzisyen arkadaşım Devrim Demir Yeşilpınar’a ait. Dolayısıyla bir kişi aranje ettiği için stiller farklı ama saundumuz ortak. Hemen hemen her ülkeden müzik var. Neyle tasavvuf, gitarla Flamenko, buzuki ile Rembetiko, akordeon ile Azeri bir şarkı, klarnetle bir zeybek, davulla bir Balkan türküsü çalıyoruz, böyle bir konsept. Çalabildiğim kadar, gücüm yettiği kadar, arkadaşlarımla eşlik edebildiğimiz kadar böyle bir sinerji yaptık. Yine hikâyeleriyle beraber, Harmolipi gibi düşünelim, o dansıyla, hikâyesiyle, duruşuyla, dekorasyonuyla, barkovizyonuyla, kullanılan enstrümanlarıyla sadece Türk-Yunan konseptli, Valise ise uluslararası bir proje.

Bunların dışında bir orkestramız daha var. 2015 yılında Yunan-Amerikan yönetmen Chrysovalantis Stamelos ile yapımcı Georgia Papadopoulou’nun ortak projesi olan “Journey Through Smyrna-İzmir’e Yolculuk” adlı filmde, Türk ve Yunan müzisyenlerin ortak bir orkestra kurarak, 150-200 yıllık şarkıları geri getirmeleri ve İzmir’de tekrar sahneye çıkıp çalıp söylemeleri anlatılıyor. O şarkıları bu filmin içinde rol alan orkestramız çalıp seslendirdi. Şu anda yoğun, aktif bir sahne hayatımız yok ama oldukça projeleri değerlendirmeye özen gösteriyoruz. Atina’da bu orkestra, adı NeaBanda. 7 Yunan, 3 Türk müzisyenden oluşuyor.

Bir de ben başka bir proje destekliyorum. Çok önemli müzisyen arkadaşlarımızdan oluşan bir grubumuz var. İsmi Vintage. Sadece Türkiye’de 50’li, 60’lı, 70’li yıllarda yazılmış olan eski 45’likleri çalıyoruz, canlı. Sadece eski plaklar, kendimize göre düzenliyoruz, aranje ediyoruz. Okeanos kadar yoğun olmasa da onun da sahne düzeni var.

>> Evrim Ateşler hiç boş zamanı olmayan bir isim. Başka projeler de var içinde bulunduğunuz, destek verdiğiniz.

Benim için, değer yargılarım gereği, çocuk ve yaşlı çok önemli. Çünkü ikisinin de yaşlı ve çocuk olmayan birisine ihtiyacı var: Yetişkin. Dolayısıyla bizim ailemizde sevgi, saygı, şefkat duyguları, gelen bütün yeni kuşaklara öğretildi. Yani üst kuşaklardan bize geldi, biz de gelecek kuşaklara öğretmeye devam ediyoruz. Down sendromlu ve otizmli çocuklar için çalışma yürütüyorum, müzikle bağları kopmasın diye. Şarkı, dans eğlence, ne olursa… Ayrıca Darüşşafaka gönüllüsüyüm. Urla Darüşşafaka’da, orada yaşayan sakinleri için, gönüllü olarak, haftanın bir günü sahne yapıyorum, piyanoyla. Onlar çaylarını, kahvelerini, kurabiyelerini alıyorlar, piyanonun etrafına diziliyorlar, ben oturuyorum piyanoya, onların hatırladıkları valsler, tangolar, eski 45’lik şarkılar, Türk müziği eserler, türküler, zeybekler, aklınıza ne gelirse, onların yıllarından... Bu projeleri yapmayı seviyorum. Ben gönüllüyüm ve bu işi yalnızca onlar için değil, kendim için de yapıyorum. Kendimi de mutlu etmek için, kendi içimde huzuru yakalamak için, birine yardım ederek işe yarayan bir insan olduğumu kendime de bir kere daha gösterebilmek için. Çünkü iç huzuruyla bunları başarabilirsem diğer işleri yapmaya gücüm olacak. Bu benim için keyif, onur, gurur verici bir hadise. Sizin aracılığınızla şunu da belirteyim, destek isteyecek bütün sosyal sorumluluk projelerine destek vermek için hazırım ben, her zaman hazırdım. Kapım sonuna dek açık, kim benden ne için destek istiyorsa ucunda kimsenin bir beklentiye girmediği, kimsenin bir getiri sağlamadığı tüm aktiviteler için ben buradayım, ulaşabilirler, destek alabilirler. Vaktim, gücüm, enerjim, sağlığım yettiği sürece bunları yapmaya devam ediyorum, edeceğim.

>> Hayat felsefeniz ve hayatta en çok kızdığınız şeyler…

Herkesin kendi bildiği işi yapması taraftarıyım, öyle bir düşüncem var. Lütfen, herkes kendi işini yapsın. İş olarak diyorum ama zevk olarak yapabilir tabii ki. Bunu neden söylüyorum, çünkü başka mesleklerde de olabilir ama özellikle biz müzisyenler bu konuda çok sıkıntı yaşıyoruz. İşinizi profesyonel olarak yapıp ona göre ücret talep ediyorsunuz, diğer yanda asıl mesleklerinden gelirleri olan kişiler, daha düşük ücretlere mekânlarda sahne alıyorlar. Sahneye çıkabilirsin problem yok ama senin bunu standardı bozmadan yapman lazım. Bu adil pazar olayını bitiriyor bir, kaliteyi bitiriyor iki...

>> Tercihlerimiz bizi biz yapan şeyler. Siz müzikle uğraşınızda özellikle farklı bakışların, doğanın, bir arada yaşama kültürünün sesi olmayı seçtiniz. Neler etkiledi sizi yolunuzu çizmede? Ve Evrim Ateşler nasıl bir dünyada yaşamak ister?

Dünya gayet güzel, güneş, kuşlar, ağaçlar, doğa her şey fevkalade. Bir inanışım var sadece, onu söyleyeyim: Tüm insanlığa sesleniyoruz hepimiz, lütfen doğayla olan savaşını kes… Hayvana kıymet ver, canlıya kıymet ver, yeşile kıymet ver, ağaca kıymet ver, denize kıymet ver. Biz hepimiz yüz milyarda bir kum tanesiyiz, koca bir galaksi var, ifade edemezsiniz büyüklüğünü. Birimizden biri eksildiği zaman dünya devam ediyor yani, bir şey değişmiyor, dolayısıyla o diyor ki, ben öyle hissediyorum, ekolojik denge insanlığa şöyle seslenirdi seslenebilseydi eğer ‘ sen olmadığında bu dengenin çok büyük bir kaybı olduğunu düşünerek hayat geçiriyorsun ama öyle değil. O ancak ben istediğimde olur. Ben sana herşeyi sıfır olarak veriyorum, sen her seferinde kirletiyorsun, o kadar kirletiyorsun ki temizleyemiyorum bir daha, başa dönüyorum.’

Bu sadece hayvanı veyahut ta bitkiyi veya insanı korumakla alakalı değil, denizi de korumalısın, sokaktaki taşı da, yetişen meyveyi, yetişen sebzeyi, yapılan sanatı, sanatı yapan kişiyi, yazanı, çizeni, herşeyi koru. İnsan herhangi bir şeye zarar vermeden yaşamayı öğrendiğinde kendine de zarar vermemeyi öğrenecek. İnsan kendine zarar veriyor çünkü başka şeylere zarar vermek onda bir alışkanlık haline geliyor. Sonunda zarar verecek şey bulamadığında kendine zarar veriyor. Ama psikolojik olarak, ama fizyolojik olarak, ama mental olarak kendini üzüyor yani. Yaşamak kolay bir şey aslında, hayatı zorlaştıran insanın kendisi bence. Ben minimalist felsefeye saygı duyan biriyim. Üzerimdeki sade baskısız siyah bir tişört var ama 40 tane var gardırobumda. Bir kere giydim ve mutlu oldum, başka bir renge, başka bir tasarıma ihtiyacım yok. Aynısından 30 tane olsa, fizyolojik olarak da ihtiyacımı karşılıyorum, biri kirleniyor öbürünü geçiriyorum, biri kirleniyor öbürünü geçiriyorum. Yani yaprakla dünyaya geldi bu insan, edep yerini örtmek için, gerek yok bu kadar yani hayatı zorlaştırmaya.

>> Minimalist yaşamı ilke edinen, Smyrneiko ve Rembetiko müziği üzerine çalışmalarını büyük bir titizlikle sürdüren Evrim Ateşler’in gelecekle ilgili projeleri, hedefleri nelerdir?

Yaptığım işleri araştırmaya, eklemeye, istikrarlı, başarılı bir şekilde sürdürmeye, üretmeye devam edeceğim. Onlar dışında yeni birşeyler de yapmak istiyorum kendimle, kendi müzisyenliğimle alakalı. Şu anda Batı Anadolu’da, Ege’de, yazılmış en eski, yani rembetikolar doğmadan önce yazılmış eserlerden oluşan bir albüm projesi yönetiyoruz, ismi Thalassina Poulia. ‘Deniz kuşları’ demek. V şeklinde uçan göçmen kuşlara verilen isim. Biz aslında insanı temsilen kullanmak istedik bunu. Farklı dillerde yazılan şarkıları yazıldığı dillerde seslendirerek kayıt yapıyoruz. Ben bu eserleri geleceğe taşımak istiyorum. Onun dışında çocuklarla, yaşlılarla ilgili çalışmalarım devam edecek. Başka birkaç proje yapacağım onlar için. Çocuklarla o yaşlı insanları biraraya getirmekle ilgili bir müzikal projem var kafamda. Onun dışında sosyal sorumluluk projelerine kapım açık, destek almak isteyen herkes bana ulaşabilir ve destek alabilir. Onun dışında da vakit kalırsa yaşamaya devam ediyoruz elimizden geldiğince.