Ne çok severim Nazım’ın “Severmişim Meğer” şiirini. Prag – Berlin treninde yaşamla hesaplaşmaya girerken parça parça hayatından anlar aktarır dizelerine. Zaten Pavese de demez mi? “Geçmişi değil anları anımsarız,” diye. Ortaokuldan çıkmışım, elimde çanta, resim dosyası. Bir an önce eve varmak istiyorum. Merdivenleri onca yüke rağmen ikişer ikişer çıkıyorum. Annem kapıyı açar açmaz, odama gitmem gerektiğini söylüyor. “Ne oldu?” bile diyemiyorum. Şaşkın bakışımdan anlamış olacak ki, “Cemal Abi…” diyor. Böyle zamanlarda babam sinirli olur. Cenaze İstanbul’da… Çantasını toparlıyor. Sessizce odama kapanıyorum. “Neden?” diye soruyorum kendime. Masadan eksilen tanıdığım insanlar hüzün veriyor. “Arkadaşlık sanatı”nın hünerini o yıllarda çözmeye çalışıyorum. Yalnızca kalbimle… Yoldaşlığın fedakarca ahtını bilmiyorum henüz. Ölümüne kavillenen sevdalıktan habersizim… Yalnızca hayatın acımasızlığına karşı küçük de olsa isyan etme omuzdaşlığı olarak tanımlıyorum arkadaşlığı.
O kötü günden hatırladığım bir an daha var; arada odadan çıktığımda babamın inatla kütüphanede Maria Macciocchi’nin “Faşizmin Analizi” kitabını arandığını görüyorum. Bulamayınca da söyleniyor. ( Ben de son zamanlarda söyleniyorum.) Bugünden bakınca kitap işçi hareketlerinin yenilgisini, devletin propaganda araçlarını, aydınların alan açamayışlarını faşizm meselesi üzerinden aktarıyor. Ama kitaptaki en özel bölüm faşizmin kadınlara uzanan eli. Böyle iktidarlar döneminde kadınların yaşama nasıl ikna edildiğini sorguluyor. Kitap Cemal Süreya çevirisi. Babam, “Faşizmin Analizi”yle Cemal Süreya’nın “Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm” şiiriyle koşutluk kurmak istiyor: “Porsuk nehrinin geçtiği kadınlar / Hepsine yüzer kere rastladım en azından. / Umutsuz sevdalara tutulmak onlarda / Bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda / Verdi mi adama herşeylerini verirler / Ben gördüm ne gördümse kadınlarda / Porsuk nehrinin geçtiği”

Ne tuhaf… Oysa Cemal Süreya ile en çok altı ay önce birlikteydik. Mülkiyelilerde kocaman bir masada… origaminin niteliklerini anlamıştı bana. Tanıdığı biri kâğıttan kuş yapmış ona. Ne çok sevmiş. Bir akşam da sanırım Özcam Yalım’ların evindeydik. Daha önce mi, sonra mı, yıllar geçince zihin de bulanıklaşıyor.

Nazım “Severmişim Meğer” şiirinin bir bölümünde zihninde çıktığı yolculukta Moskova dolaylarında kışın Perelkino’da gördüğü kayınlardan bir anda İzmir’in kavaklarına geçer. Geçmişi düşünmeye başlayınca tek bir anla kurtulamazsınız ondan. Eli yakanıza yapışmıştır bir kere. Görmüş olduğunuz bir nesne, bir duygu, bir his hemen başka bir anıyı aklınıza getirir. Mülkiyeliler’de Cemal Süreya ile oturduğumuz o yaz gecesinden başka bir yaz gecesine geçiyorum ben de. Annemin doğum günü. Adnan Abi ve eşi Nilgün ( Azar), annem, babam ve ben son defa birlikte oturuyoruz. İçimizden biri eksiliyor aklımızdaki fotoğrafta.
Yine bir yaz günü. Ekspress Birahanesi’ndeyiz bu defa. Ahmet Erhan’ın cenazesinin ardından buluşmuşuz. Yurt dışında olduğumdan cenazeye yetişememişim. Masada Haydar Ergülen, Adnan Azar var. Sedat Demirsoy ile Ahmet Aydın da. Birkaç ay sonra Adnan Azar’ın da “hoşça kal” diyeceğinden habersiziz. Ne tuhaf. Adnan Abi de gideli yıllar olmuş. Bugün ölüm yıldönümü. Bir şiirinde ne diyordu? “Paul Celan’la ben /Ankara’da bir sokağı / arıyoruz / kimi diyor / öyle bir sokak yok.” Sen gittiğinden beri dolaştığımız sokaklar bile yok!
Sonsöz: “Severmişim Meğer”de “Akşamın inişini / yorgun kuşun inişine / benzetmeyi sevmedim” der Nazım Usta. Bu yazıyı böyle kederli bitirmeyi sevmedim ben de.