Bazen kanallar arasında dolaşırken rastladığımız kötü senaryolu, kötü kurgulu TV filmleri karşısında farlara bakıp hipnotize olan tavşan gibi kalakalırız ya, 2018’in en berbat filmi The Trump Prophecy (Trump Kehaneti) bende aynı etkiyi yarattı. Koyu Hıristiyan Amerikan sağcıları Mary Colbert ve Mark Taylor’ın kitabından uyarlanan, vahiy yoluyla Trump’ın başkan olacağını ta 2011’de öngörmüş bir itfaiyecinin etrafında gelişen bu dinsel-politik hezeyanı baştan sona izlemek başka türlü mümkün olmazdı galiba...

Bir yangın sırasında küçük bir çocuğu kurtarmayı başaramayan, bu olay sonrasında post-travmatik stres sendromu nedeniyle itfaiye teşkilatından ayrılan Mark Taylor bir gece TV karşısında uyuyakalır. O sırada Trump’ın ABD ekonomisiyle ilgili bir konuşması yayımlanmaktadır. Koltuğun alev aldığı bir kabus gören Mark ter içinde uyanır.
Piyano virtüözü Glenn Gould, beynin uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgide oynadığı oyunlara dair “Gece uykuya dalarken dinlediğim bir radyo programı bazen ‘Ne tuhaf rüyaydı!’ diyerek uyanmama sebep olabiliyor” der ya, işte dindar itfaiyeci Mark öyle demez, uyandığında günlüğüne şunları yazar: “Tanrı bana dedi ki, ‘Bir başkanın sesini duyuyorsun: Başkan Trump. Böyle kötü zamanlar için bu adamı seçtim. İsrail için Benjamin Netanyahu neyse, ABD için de bu adam odur.”

Sanrı ve kabusları süren Mark o geceden birkaç yıl sonra, tam da başkanlık için aday adaylığı seçimleri yaklaşırken, bir terapi seansı sırasında doktorunun karısı Mary Colbert’e günlüğünü okutur. Mary düşünür taşınır, bunun bir halüsinasyon değil hakiki bir vahiy olduğuna karar verir ve Trump seçimlerde galip gelsin diye bir dua kampanyası başlatır. Belli zamanlarda telekonferans yöntemiyle insanları birlikte dua etmeye çağırır -Colbert’ün nasıl bir yobaz olduğunu gösteren TV programlarının örneklerini youtube’da bulabilirsiniz. Benim favorim, Trump’ın başta kadınlar olmak üzere pek çok konuda yaptığı kaba ve seviyesiz konuşmaların doğrudan Tanrı/İsa’nın dili olduğunu, Trump’ın diliyle sorunu olanların aslında İsa’yla sorunlu olduğunu söylediği bir program.

Sonuç olarak, şizoid bir itfaiyeciye Trump’ı bizzat kendisinin seçtiğini söyleyen tanrı, “Tanrım, lütfen Trump kazansın!” diye yakaran insanların dualarını kabul eder, kulların yardımıyla kehanet gerçekleşir...

1920lerde ABD’de propaganda psikolojisi üzerine çalışmalar yapan İngiliz belgeselci John Grierson, halk-politika ilişkisi ve medyanın bu konudaki etkilerini incelerken, Amerikan seçmeninin akılcı biçimde oy kullanacak eğitimli ve bilgili olmadığını fark etmişti. Grierson’a göre insanların ortak tecrübelere dayanan bir bilgiyle ortaklaşa ve akılcı kararlar verebildiği zamanlar geçmişte kalmıştı. Ülkeler artık çok büyük, geçmişin kabile toplumlarına göre çok karmaşık bir yapıdaydılar. Bu yeni yapıda, özellikle herkesi ilgilendiren politik konularda akılcı kararlar verebilecek bilinçli bir toplum yaratmak için ülkeleri sinema salonlarıyla donatmak, o salonlarda gerçek hayata dair filmler göstermek gerekliydi.

Bugün toplu taşıma araçları bile işitsel-görsel medya ile kaplanmış durumda, lakin işler hiç de Grierson’ın umduğu gibi gitmiyor. Gerçek dünyaya dair gerçek sorunları gerçekçi biçimde konuşabilmek için gerekli asgari koşuldan, gerçekleri söyleyen bir medyadan yoksunuz. Colbert gibilerinin yönlendirdiği medya, insanları Colbert’leştirmekten başka bir şey yapmıyor. 90 yılda geldiğimiz noktaya bakın!