Google Play Store
App Store

‘Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim Sanat Günleri’, Gökçeada’nın köylerinden müzelerine uzanan hatıraları sanatla canlandırdı. Geçmiş ile bugün buluştu.

Kelebeklerin uyuduğu yerdeyim
Nusret Avcı ve Belediye Başkanı Bülent Ecevit Atalay

Tuğçe ÇELİK

Çanakkale’ye bağlı Gökçeada’nın belleğini yalnızca taş evler ve kiliseler değil, kutlamalar da canlı tutuyor. Lozan Anlaşması’yla 22 Eylül 1923’te Türkiye’nin parçası olan ada, her yıl bu tarihi bir bayram gibi kutluyor. Bu yıl şenliklere, Gökçeada Belediyesi ve Nusret Bey Vakfı işbirliğiyle düzenlenen “Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim Sanat Günleri” de eşlik etti. 22–24 Eylül arasındaki etkinlikler, geçmiş ile bugünü birleştiren bir kültürel hafıza alanı yarattı. Amfi tiyatroda sanatçı Ege’nin konseriyle başlayan etkinliklerde, yönetmen Ceyhan Kandemir’in adada çekilen Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim filmi de seyirciyle buluştu.

23 BİN YILLIK FOSİL

Adadaki ilk durağım, merkezde, eski bir zeytinyağı fabrikasının restore edilmesiyle kurulan Nusret Avcı Müzesi oldu. Belediye Başkanı Bülent Ecevit Atalay ve Nusret Avcı’yla birlikte gezerken taş duvarların arasında hâlâ zeytinyağı kokusu duyuluyordu. Eskiden zeytinyağı fabrikası olan bu mekânda Atalay’ın çocukken çalıştığını öğrenmek, bağı derinleştirdi. Atalay, adanın dokusunu bozacak yapılaşmaları engellemeye çalıştıklarını, turizmi geliştirmek ve Cittaslow kimliğini korumak için çaba gösterdiklerini söyledi. Geçmişte zeytin saklanan bölümler bugün sergi odalarına dönüştürülmüş.

En dikkat çekici parça ise 23 bin yıllık ağaç fosili. Zamanın derinliklerinden bugüne ulaşan bu fosil, Avcı’nın çalışmalarıyla adanın tarihine dair güçlü bir hatırlatma sunuyor. Avcı, 1999’da başlattığı ‘Organik Ada’ projesiyle bağcılığı ve zeytinciliği doğal yöntemlerle sürdürüyor. Ayrıca bal ve peynir üretiminin yapıldığı bir kooperatifin kurucusu olarak üreticilerin ürünlerini erişilebilir kılıyor.

Nusret Avcı ve Tuğçe Çelik

İLK PALYAÇO YAKUP

Sonraki durağım adanın merkezindeki Gökçeada Kent Müzesi oldu. Burada yalnızca tarih değil, gündelik yaşamın izleri de vardı: pikaplar, gramofonlar, ders kitapları, yöresel giysiler, tarım aletleri… Müzenin en renkli köşesi ise Yakup Topçuoğlu’na ayrılmıştı. “Türkiye’nin ilk palyaçosu” olarak anılan Topçuoğlu, trompeti, kemanı ve icadı olan testere-melodiyle sahnelerde kahkaha yaratmış. Ömrünün son yıllarını Gökçeada’da geçiren sanatçının kostümleri ve afişleri bugün sergileniyor. Kahkahası hâlâ hatırlanıyor; adı bir sokağa verilmiş.

Müzeden sonra yolum, adanın kuzey kıyısındaki Kaleköy’e düştü. Limanın ucundaki Poseidon’da kahvemi içerken milli sporcu Selim Konya ile sohbet ettim. Ailesinin dördüncü kuşak temsilcisi olan Konya, baba mesleği balıkçılığı sürdürüyor. Çocukluğundan beri denizle yaşayan bir sporcu olarak zıpkınla balık avında Türkiye’yi beş kez dünya ve Avrupa şampiyonalarında temsil etmiş. Aynı zamanda su teknoloğu olan Konya, son yıllarda denizlerde yaşanan değişimin ürkütücü olduğunu, balık çeşitliliği ve miktarının azaldığını, ekosistemi korumak için yeni yöntemlere ihtiyaç duyulduğunu söyledi.

Rotamı bu kez adanın doğusundaki Zeytinliköy’e çevirdim. Dar taş sokakları, Rum mimarisini koruyan evleri ve çiçeklerle süslü kapılarıyla adanın yaşayan kültürünü yansıtıyordu. Fener Rum Patriği Bartholomeos’un doğduğu ev, çocukluk yıllarını geçirdiği okul ve meydandaki heykel köyün kolektif anılarını diri tutuyor. Nostos Kafe’de Rumlara ait tariflerle yapılan kurabiyeler tattım; köyün papazı ve adanın ilk öğretmenlerinden Kemal Yazgan sohbet sırasında geçmişe dair ayrıntılar paylaştı.

Yolculuğun finali ise adanın batısındaki Dereköy’de oldu. Bir zamanlar iki bine yakın hanesiyle Türkiye’nin en kalabalık köylerinden biri olan Dereköy, kahvehaneleri, sinema salonu ve zeytinyağı atölyeleriyle canlı bir merkezmiş. Bugün ise yalnızca 140-150 hanede yaşam sürüyor. Nüfus Rumlar ve güneydoğudan göç eden Türk ailelerden oluşuyor. Eski çamaşırhanesi hâlâ ayakta; taş kemerleriyle kadınların bir arada kurdukları hayatı hatırlatıyor. Meydandaki Koimesis Tis Theotokos ve girişteki Hagia Marina Kilisesi’nin çanları artık çalmıyor; varlıkları köyün eski günlerini anımsatıyor. Amfi tiyatroda yapılan Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim gösterimi ada yolculuğumun finali için anlamlı bir seçim oldu. Başrollerinde Cansu Özdenak ve Karla Kandemir’in yer aldığı film, mekânın ruhunu perdeye taşıdı. Cahit Berkay’ın akustik gitarla bestelediği minimal eser, seyircilerin kulağında çınlarken görüntüler adaya dair yeni bir katman sundu.

Rüzgârlı sokaklarda yürürken fark ettim: Gökçeada yalnızca denizin değil, zamanın da ortasında. Kültürel çeşitlilik her köşede bir iz, her rüzgârda bir hatırlayış bırakıyor. Adada ‘PROF’ olarak tanınan Serkan Albayrak’ın anısı da hâlâ canlı. Gökçeada televizyonunu kuran, adaya has zenginlikleri kayıt altına alan ve ekolojik mücadeleyi örgütleyen bu isim, ada kültürünün önemli bir parçası. Onu anmak da bu yolculuğun parçası.

Adada ‘PROF’ olarak tanınan Serkan Albayrak

Gökçeada geçmişle bugünü yan yana getiriyor; ziyaretçisine sessizliği, direnci ve hüznü yaşatıyor. Adalıların da dediği gibi “Adaya günlük gelinmez.”