12 Eylül Darbesi’nden sonra bütün üniversitelerde seçimler ve üniversite özerkliği kaldırılmış, rektörler YÖK tarafından belirlenir olmuştu. Buna rağmen Boğaziçi’nde hocalar kendi içlerinde örgütlenerek seçim yapmıştı. 1992’de bu usulle seçilen Üstün Ergüder rektör oldu. Boğaziçi’nde başlayanın, 2016’da yine Boğaziçi’nde bitirilmesi belki bilinçli bir hamleydi.

Kelepçelenen Boğaziçi

KAAN ÖZTÜRK

Başlık bayat bir klişe mecaz gibi duruyor. Hani iyi yazma rehberlerinde kaçınılması tavsiye edilen türden. Keşke öyle olsaydı. Her gün, yazılsa abartılı ve karikatürize bulunacak şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz.

Beklenmedik bir şey değildi elbette. Kaçınılmazdı hatta. Ülkedeki her kurum keyfi şekilde, en önde gelen liyakati bir kişiye sadakat olan kişilerle doldurulurken, Boğaziçi’nin rahat bırakılması mümkün değildi. Yine de bu pervasız kaba sabalığa şahit olmak şok etkisi yapıyor, ne kadar beklenir olursa olsun: İşkence gören öğrencilerimiz, panzerlerle tıkanan yolumuz, barikatlarla sarılan kampusumuz. Ve en grotesk görüntü: Türkiye’nin belki en özgürlükçü üniversitesinin kapısına vurulan kelepçe! Onun gerçek sahiplerini, öğrencileri dışarıda tutmak için.

O resmin yayımlandığı günden beri, Boğaziçili olan olmayan, ama Boğaziçi’nin bu ülke için anlamını bilen sayısız Türk vatandaşı kendi bileklerinde hissediyor o kelepçeyi. Polis zorbalığına maruz kalan öğrencilerimiz içinse, o kelepçe kemiklerine kadar işleyen buz gibi gerçek bir acı.

Ben Boğaziçi adına konuşabilecek bir sözcü değilim. Boğaziçi’nin olağan bir mezunu ve eski araştırma görevlisiyim; birkaç yıldır da üniversiteme yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak hizmet ediyorum. Burada ifade ettiğim duygu ve düşünceler sadece bana aittir. Başkaları da iştirak ederse, ne mutlu bana.

Olanları herkes biliyor: 1 Ocak’ta bir kararname ile Melih Bulu isimli biri Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atandı. Bir şaşkınlık dalgası içinde onun kim olduğunu anlamaya çalıştık. Kısa zamanda, AKP kurucularından olduğu, İstinye Üniversitesi’nin rektörlüğünü yaptığı, 2020 Ocak ayında Haliç Üniversitesi rektörlüğüne başladığı, orada daha bir yılını bile doldurmadan Boğaziçi’ne atandığı öğrenildi. Haklı olarak da anında “kayyum rektör” unvanını aldı.

Hafta başından itibaren öğrencilerin ve öğretim üyelerinin protestoları başladı. Üniversitenin kapısına polis ordusu yığıldı. Öğrencilere su, gaz, plastik mermiler sıkıldı. Sabaha karşı evlerde gözaltılar başladı. Daha birkaç gün önce içinde cinayet işlenen bir evin kilitli kapısı için çilingir çağıracak kadar “nazik” olan polis, öğrencilerin evlerine sabahın beşinde kapı kırarak girecek kadar aceleciydi. Ne de olsa “padişah fermanına” karşı gelmek cinayetten daha büyük bir suçtu.

Ancak Boğaziçi’nde “kayyum rektör” unvanını ilk duyuşumuz 2016’daydı. O yıl, rektör Gülay Barbarosoğlu ikinci defa aday olmuş ve yüzde 86 gibi rekor bir oranda seçilmişti. Ancak, AKP Başkanı Erdoğan seçilmiş rektörü atamayı reddetmiş, aylarca beklettikten sonra bir KHK ile “seçim meçim yok, artık rektörleri ben atayacağım” demişti. 2016 Kasım ayında da o zamanki rektör yardımcısı Mehmed Özkan rektör yapılmıştı.

Bunun üzerine Boğaziçi öğrencileri ve hocaları, başka üniversitelerin de desteklediği protesto gösterileri yapmış, böyle bir atamayı kabul etmeyeceklerini bildirmişlerdi. Yine polis ablukası kurulmuş, yine öğrencilerimiz dövülerek gözaltına alınmışlardı. Ancak bir süre sonra “hiç olmazsa bizim içimizden birisi, onu kabul etmezsek yabancı birisini atar” düşüncesi hâkim olmuş, durum kabullenilmişti.

12 Eylül Darbesi’nden sonra bütün üniversitelerde seçimler ve üniversite özerkliği kaldırılmış, rektörler YÖK tarafından belirlenir olmuştu. Buna rağmen Boğaziçi’nde hocalar kendi içlerinde örgütlenerek seçim yapmış, “bizim tercih ettiğimiz kişi budur” mesajını vermişti. 1992’de bu usulle seçilen Üstün Ergüder rektör oldu, ardından bütün üniversitelerde rektör seçimleri yeniden normalleşti. Boğaziçi’nde başlayanın, 2016’da yine Boğaziçi’nde bitirilmesi belki bilinçli bir hamleydi, belki de üniversitenin her zaman dikbaşlı olmasının sonucuydu.

Mehmed Özkan Boğaziçi’nin içinden yetişmiş, her aşamada yöneticilik yapmış, tanınan biri olduğu için öğretim üyeleri onu kabullendi. Ama öğrenciler onu kayyum rektör olarak görmeye devam ettiler. Her yıl mezuniyet törenindeki rektör konuşmasında, öğrencilerin kalkıp arkalarını dönmeleri neredeyse bir gelenek haline geldi. Yine de Özkan, Boğaziçi’ni yolundan saptırmadan dönemini tamamladı.

Bugün Bulu’nun atanması, 2016’da aralanan kapının açtığı yoldan mümkün oldu. O zaman o kapıyı kapatmak için bir şey yapılabilir miydi, bilmiyorum. Darbe girişiminin karanlık ortamında herhangi bir direnişin mümkün olmadığını, Boğaziçi’ndeki Barış Akademisyenleri’ni korumaya öncelik verilmesinin doğru olduğunu savunmak da mümkün. Ama eninde sonunda bu mücadelenin verilmesi gerekecekti. Kısmet bugüneymiş.

Bu atamada, birbirinin içine geçmiş birkaç sorun var. Birincisi, atama işleminin kendisi. İkincisi, atamanın üniversite dışından olması, kurum kültürüne yabancı olması. Üçüncüsü de atanan kişinin nitelikleri.

Öncelikli olarak rektörün zorla dayatılmasına karşı çıkılıyor. Rektörün kimliği önemli değil, isterse çok seçkin bir akademisyen olsun, “Kendimiz için iyi olana biz karar veririz, sen bizi tanımayan bir yabancı olarak, bize sormadan bize yönetici atayamazsın” diyor Boğaziçi. Çünkü 157 yıllık kurumlarını bir tek kişinin keyfine terk etmek istemiyorlar, gündelik siyaset uğruna üniversitelerinin vasatlaştırılacağından korkuyorlar. Ankara Üniversitesi gibi köklü bir kurumun, başına atanan AKPli idarecilerin elinde akademik özgürlüğünü nasıl kaybettiğini, akademisyenlerin nasıl acımasızca ihraç edildiğini görmek yeterli.

Boğaziçi, özgürlükçü bakış açısına sahip insanların oluşturduğu bir kurum. Amerikalı kökenlerinden dolayı hiyerarşisi başka kurumlara kıyasla çok daha zayıf, öğrencilerle hocalar arasındaki duvarlar çok daha alçak. Robert College döneminden miras kalan bir öğrenci merkezlilik geleneği var. Mükemmel olmasa da, ülke ortalamasının epey üstünde. Eğitimi sadece dar mesleki kapsamda değil, olabildiğince geniş ve çeşitli tutmaya çalışıyor. Bunun üstüne de kampustaki insani çeşitlilik, farklılıkları dışlamama meziyeti var. Bugün LGBTİ+ öğrencileri koruduğu için küfür yiyen Boğaziçi, 1997’de başörtülüleri koruduğu için küfür yiyordu.

Bu karakteri koruyabilmek için, kurumun yöneticilerinin kurum kültürünün içinden gelmesi gerekiyor. Ama bunun da tepeden inme olmaması gerekiyor. Üniversitenin bünyesi kendine dayatılanı kabul etmiyor. Kendi içinden bile olsa, sırtını dönüp dışlayabiliyor. Bu sebeplerle, Boğaziçi’nin bütün kesimleri, muhafazakârları dahil, Bulu’nun atamasına cephe almış durumda.

Kurumun akademik kültürünü bilmeyen birinin dayatmayla atanması yanlışı ortadayken, Bulu dünyanın en iyi akademisyeni de olsaydı, atanması kabul edilemezdi. Ama hem beyanları, hem de akademik geçmişi, bu yapılanın üstüne tüy dikiyor.

En önemli falso hemen ortaya çıktı: Doktora tezinde çok büyük miktarda metni başka kaynaklardan olduğu gibi kopyaladığı görüldü. Arka arkaya uzun paragrafların ardından referans gösteriyor, ama metnin alıntı olduğunu gösteren bir işaret, tırnak içine alınmışlık yok. İntihal “başkasının sözlerini kendi sözleri gibi göstermek” olarak tanımlanır, bu yapılan da o tanıma uyuyor.

Melih Bulu, “tırnak içine koymamışım, o kadar” diye durumu hafife alarak kendini savunmaya çalışıyor. İntihali belirleyen şey zaten tırnağın varlığı veya yokluğu. Nitekim iThenticate gibi intihal tespit araçları kullanıldığında, anormal derecede bir benzerlik oranı çıkıyor. Ancak bu araçlara ihtiyacınız yok, kaynaklarla karşılaştırdığınızda bunu rahatça görüyorsunuz. Paragraflar arası dil ve üslup değişiminden de yakalanabiliyor.

Bulu’nun literatür taraması anlayışı, kaynaklardan büyük kısımları kesip yapıştırmaktan ibaret gibi görünüyor. “Bütün taramalar böyle yapılır” diye kendini savunması tamamen yanlış ve bilgisizce. Literatür taramasında, çalıştığınız konuyla ilgili çeşitli kaynakları okur, yöntemleri ve sonuçları kendi sözlerinizle, incelediğiniz probleme özgü bir bakış açısıyla özetlersiniz.

Teze yeni başlamış bir öğrenci böyle hatalar yapabilir, ama iyi bir danışmanlıkla hızlı bir şekilde doğru yola çekilmelidir. İşin acı tarafı, Bulu’nun yüksek lisans ve doktora tezleri Boğaziçi Üniversitesi’nde savunulmuş ve kabul edilmiş. Üniversitemiz bu konuda kendini şeffaf bir şekilde sorgulamalı. Bulu’nun tez jürisine, bu tezin nasıl yazıldığı, neden kontrol edilmeden kabul edildiği sorulmalı.

Akademik ortamda intihal, her şeyi durduran büyük bir suçtur. Yıllar sonra bile tespiti halinde unvanların iptalini gerektirir. Akademik niteliklere baksaydık, sırf bu yüzden bile Bulu’nun rektörlüğü düşerdi. Ama bu atama bilimsel değil, siyasi niteliklere göre yapılıyor. Sahte lise diplomasıyla bir bankaya yönetim kurulu üyesi olabilen Hamza Yerlikaya, tezini başkasına yazdıran Berat Albayrak, kitabında kopyalama yapan Ömer Dinçer ve intihalle yükselmiş daha nice AKPli politikacı örneği önümüzde duruyor.

Melih Bulu, kendisinin de Boğaziçili olduğunu, üniversiteye yabancı olmadığını, Boğaziçi’nin değerlerini benimsediğini söylüyor. Yaşlarımız yakın; yaklaşık aynı yıllarda aynı yerlerden geçmişiz. Öğrencilik dönemimde kampusta hiç bir zaman polis bulunduğunu görmedim. Kapıda kimlik kontrolü bile yapılmazdı o dönemde. Gösteriler, eylemler yapılırdı. Ama rektörler kampusa polis sokmazlar, gerekirse öğrencilerle kendileri konuşurlar, olayların büyümesini engellerlerdi.

Öğrencilerini dışarıda tutmak için üniversiteyi kelepçeleyen ve bunu pişkin pişkin “pratik bir çözüm” diye anlatan birisi, Boğaziçi’nden diploma almış olabilir, ama Boğaziçili olamamıştır. Zaten nasıl olsun ki? Doktorası sırasında AKP’nin kuruluşunda aktif olarak çalışırken akademik incelikleri sindirmeye nasıl vakit bulsun?

Daha çok şey söylenebilir, ama değer mi bilmiyorum. Sadece darbe döneminde olan bir şey tekrar oldu: Boğaziçi’ne yabancı bir rektör atandı. Dediğim gibi, rektörün kimliği sadece üstteki bir “tüy”. Temizlenmesi gereken o tüyün altındaki zemin. Üniversite, öğrencisiyle hocasıyla bunun için mücadele ediyor.

Başarılı olur mu? Bilemem. Öğrencilerimiz cesurca öncülük etse de, son tahlilde değişim sadece akademisyenlerin elinde. Kayyum rektörle çalışmayı ısrarla reddederlerse, reddetmeyenleri dışlarlarsa, kararlı bir birlik sağlanırsa, neden olmasın? Burada kazanılacak zemin, başka üniversitelerdeki dayatmacılığa karşı da kazanılmış olacaktır.