Edebiyat, hiç beklemediğiniz sonuçlara da sebep olur, tahmin bile edemezsiniz. Sizi ‘geçici olarak zamandan çeker alır, sonra daha iyi bir biçimde geri verir!’

Kelimeler ne işe yarar?

Anamın, ‘deli olan deliğinden çıkmaz’ dediği türden bir hava. Kışın en soğuk günleri. Soba gürül gürül yanıyor.

Tüm kardeşlerin yan yana serili yün döşeklerde yatıp uyuduğu salondaki yatağımın içinde, yorganı boğazıma kadar çekmiş, halı tezgahına vuran kirkitin sesini dinliyorum.

Az sonra benimle birlikte yedi sekiz öğrenciyi daha Nevşehir’e götürecek olan minibüs gelir. Vaktim var, biraz daha çıkarayım şu anın keyfini.

Salonun köşesine kurulu halı tezgahının önünde, sırtları bana dönük çalışan iki kadından biri anam, diğeri de Rasime Hala’m. Görünmez bir bağ var sanki aralarında. Birbirlerine hiç bakmadan aynı hareketleri yapıyorlar. Aynı anda ilmik atıyor ve yumaktan aynı anda çekiyorlar ipi. Aynı anda indirdikleri kirkitin sesi, yerlilerin savaş tamtamları gibi gümlüyor havada.

Bir ara camekanın basma perdesinin aralığından ebemi fark ediyorum. Elinde kocaman bir çalı süpürgesi, Don Kişot’un yeldeğirmenlerle savaştğı gibi karlarla savaşıyor. Aralıksız yağan karın az sonra yeniden kapatacağı evin girişini süpürüp duruyor.

Evin ortasındaki biteviye ses birden durdu. Rasime Hala’m yavaşça kıpırdandı yerinde ve,

‘’Oku!’’ dedi.

Bir an durdum ve baktım anneme. Annem hiç istifini bozmadan,

‘’Oku guzum’’ diye destekledi halamı.

‘’Hikaye bitti ana, ne okuycam?’’

‘’Oku bi şey, ne okursan oku!’’ diye devam etti halam.

Birbirlerine ‘imece’ denen usülle halı dokuyan ve okuma yazmaları olmayan bu iki kadın, halı dokurken bir yandan da onlara hikaye okumamı istiyorlardı. İlk zamanlar evde olan kitaplardan seçtiğim Ömer Seyfettin, Reşat Nuri, Refik Halit hikayeleri bitince, tarih kitabının hikayeye benzeyen savaş metinlerine geçmiş, giderek, coğrafya’dan ‘’ülkemizi tanıyalım’’ yazılarına, yetmeyince de yurttaşlık bilgisi’nden ‘’demokrasilerde seçim sistemi’’ne kadar uzanmıştım. Hemen her sabah tekrarlanan şey, aslında bir çeşit ‘okuma saati’ programıydı.

Bozkırın ortasında, gün doğmadan ıstarın başına oturan bu kadınların yaşadıkları acımasız gerçekliği bozacak, onlara hiç bilmedikleri ve görmedikleri başka bir dünyanın kapılarını açacak biricik yolculuğun vize memuru gibiydim.

Okurken yeniden üretme ve çoğaltma şansımın olduğunu fark ettiğimde, ‘yazmaya’ da başlamıştım aslında. Kısa hikayeleri uzatıyor, bazılarına eklemeler yapıyor, bazen erkenden ölen kahramanları kafama göre biraz daha yaşatıyordum. Nasıl olsa koşulsuzca dinleyen birileri vardı yanı başımda.

Anamın ve Rasime Halam’ın en çok sevdikleri okumalardan biri de bir arkeoloji kitabında rastladığım hikayeydi. Mısır Firavunu Tut-enh-Amun genç yaşta ölünce, karısı Mısır kraliçesi çocuk sahibi olamadan dul kalmıştır. Kraliçe, Hitit kralı Suppiluliuma’ya bir mektup gönderir ve ondan, oğullarından birini kendisine koca olarak göndermesini ister. Böylece kralın oğlu Mısır’a firavun olacaktır. Baba, oğullarından birini Mısır’a gönderir. Fakat prens Mısır’a gidemeden yolda öldürülür. Milattan önce 2000 yılında yaşanan bu trajediyi isimleri hafifçe eğip bükerek biraz da bizimkilerin anlayacağı biçimde anlatınca ortaya Kerem ile Aslı destanını aratmayacak lezzette mevzular çıkıyordu.

Edebiyat, yeniden yaratma ya da gerçeği yeniden icat etme değil miydi zaten?

Cuma günü halı dokumaya ara verilir, anam tüm komşuları toplar, dörde katlanıp mushafın arasına yerleştirilmiş bilmem kaçıncı kopya ‘’bal tefsiri’’ yazısı çıkartılır, okumam için elime verilirdi. Hatırlayabildiğim kadarıyla, peygamberin ve halifelerin önlerine gelen bir kase balda gördükleri bir kıl üzerine söylediklerinin yazıldığı iddia edilen bir metindi ve şöyle bitiyordu:

‘’Her kim bu bal tefsirini üzerinde taşır, her gün okur veya dinlerse katiyyen dünya darlığı görmez, fakru zarurete düşmez, ölürken hüsnü şehadetle ölür, ahirete iman ile gider, kaza ve musibetlerden muhafaza olur.’’

Onlarca kez okuduğum için artık ezberlediğim bu tuhaf metnin sonlarına doğru nedense tüm kadınlar ağlamaya başlardı.

Anam, herkesin yeterince ağladığına kanaat getirdikten sonra, yine tüm ciddiyetiyle tefsirin yazılı olduğu kağıdı alır, katlar, bir sonraki cuma gününe kadar bekleyeceği mushafdaki yerine koyardı.

Bal tefsiri okumaları edebiyatın çoktan fark ettiğim gücünün yanı sıra manevi bir gücünün olduğunu da göstermişti!

• • •

1970’li yıllar, ‘Almanya acı vatan’ yıllarıydı. Akrabalarımızın, komşularımızın bir çoğu buradaki hayatlarını bırakıp işçi olarak Almanya’ya ve diğer Avrupa ülkelerine gitmişlerdi. ‘Alamancılar’ın geride bıraktıkları çocuklarını bayramlarda giydikleri naylon gömleklerinden ve arada sırada ellerinde gördüğünüz iri çikolata paketlerinden tanıyabilirdiniz. Yurt dışında yaşanan ağır gurbetlik geçim derdine bir nebze çare olmuştu ama genç yaşta geride kalan eşlerinin kederlerine ve yalnızlıklarına merhem olamamıştı.

Belki mektuplar, az da olsa dindiriyordu bu hasreti? Almanya’dan, Hollanda’dan, Fransa’dan gelen mektuplar ya da Türkiye’den gönderilenler.

Tam burada iş yine bana düşüyordu. Mahallemizde, okuma yazması olmayan Alamancı kadınların mektuplarını yazıyor, kocalarından gelen mektupları da çağırdıklarında gidip okuyordum.

Halamın kocası Mehmet Amca’ya yazdığım mektupların gönderildiği adresi şimdi bile tüm canlılığıyla hatırlarım: 7805 Bötzingen Walt strase 16 Deutschland.

Aile ve özellikle akrabalar arasındaki statümü yükselten bu durum, edebiyatın bana sağladığı ayrıcalıktı ve bundan pek memnundum.

Bu sayede hiç çekinmeden içeri girip peynir ekmek, kuru üzüm yediğim evlerin sayısı artmıştı. Sonra küçük hediyeler, iri çikolata paketlerinden payıma düşenler, daha önemlisi, mektupları yazarken ya da okurken taraflara ait özel bir cümlenin(!)paylaşılmasının yarattığı sırdaşlık ve bunun gizli gücü!

• • •

Anamın ağzından çok sık duyduğum bir laf vardı: ‘’Bi şeyi çok istersen mutlaka olur kuzum.”

Çocukken neyi en çok istiyorsam, yüz kez, çizgisiz sarı yapraklı matematik defterime, yan yana yazardım. “Pilot olmak istiyorum, doktor olmak istiyorum.” ya da “bu yıl buğdayımız çok olsun” falan…

İşbirlikçim olan anam, sabah ezanında uyandırır ve matematik defteri koltuğumun altında, taş köprüye yollardı. Köprüye vardığımda deftere yazdığım her cümleyi kağıttan kopartarak ırmağa atardım.

Yırtıp yırtıp köprüden attığım kağıt parçaları bu dünyaya dair dileklerimdi. Nereye gittiğini bilmediğim bir menzile, ama ulaşacağına emin olduğum bir inançla gönderdiğim dilekler.

Edebiyat da böyledir.

Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kızkardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer.

Arkadaşlara gönderilen mektuplar gibidir yazdıklarımız. Yürek ferahlatan, yalnız olmadığınızı hatırlatan, birlikte kurtulmayı ümit ettiğiniz arkadaşlarınıza; o işe yarar.

Edebiyat, hiç beklemediğiniz sonuçlara da sebep olur, tahmin bile edemezsiniz. Sizi ‘geçici olarak zamandan çeker alır, sonra daha iyi bir biçimde geri verir!’ İyileştirir, tahammül gücünüzü ve cesaretinizi artırır.

Başımıza gelenler, bizden sonra da bu dünyayı yaşamaya devam edecek çocuklarımızın dilinde şiir ya da şarkı olacaktır. Edebiyat çocuklarımızın söyleyeceği şarkıların kelimelerini taşıyacaktır, bu bile yeter!