ITUC’nin genel sekreterliğine aday gösterilen Kemal Özkan BirGün’e konuştu. Pandemi döneminde neoliberalizmin eşitsizlikleri daha da derinleştirdiğini vurgulayan Özkan, “Hiçbir hak mücadele etmeden elde edilemez. Asla yılmak yok. Tek yol mücadele etmek” diyor.

Kemal Özkan: Mücadele etmeden hiçbir hak kazanılmaz
Fotoğraf: BirGün

Umut Can FIRTINA

Dünyanın en büyük sendika birliklerinden Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) 5’inci Dünya Kongresi 17-22 Kasım arasında Avustralya’nın Melbourne kentinde düzenlenecek. Kongrede konfederasyonun genel sekreterliğine gelecek isim de belli olacak. Genel sekreterlik adaylarından biri ise, 16 yıl boyunca DİSK çatısı altındaki Lastik İş Sendikası’ında sendikacılık faaliyetlerinin ardından 2017’den uluslararası sendikalarda görev alan, son olarak da IndustriAll Küresel Sendikası’nda Genel Sekreter Yardımcılığı görevini yürüten Kemal Özkan.

Covid-19 ile birlikte sendikalaşmanın öneminin daha fazla öne çıktığı, sağcı neoliberal politikaların özellikle Avrupa’yı etkisi altına aldığı bu dönemde, Özkan ile sendikacılığın önemine dair söyleştik.

Zor bir dönemde ITUC genel sekreterliğine aday gösterildiniz. Deneyimlerinize dayanarak küresel olarak çıkışı nerede görüyorsunuz?

Mevcut ekonomik ve sosyal sistemin gerçeklerini, COVID-19 salgını sırasında çok daha net bir şekilde gördük. 40 yılı aşan bir süredir neoliberalizmin yarattığı eşitsizlikler daha da derinleşti ve derinleşmeye devam ediyor. ‘Artık yeter’ demenin zamanı geldi. Yeni bir toplumu tüm dünyada inşa etmek gibi tarihi bir sorumluluğumuz var. Şunu açıklıkla görelim: Mevcut sistem varlığını tamamen güce dayamış durumda. Dünyanın her yerinde otokratik yöneticiler tarafından iktidarın ele geçirildiğini görüyoruz.

Kapital ve siyaset arasındaki büyük koalisyon, korona döneminde, normal şartlar altında asla uygulamaya sokamayacakları sosyal ve politik revizyonları hayata geçirdi. İşçi sınıfı her yerde antidemokratik güçlerle karşı karşıya geliyor. Demokrasinin temelleri ortadan kaldırıldı. Örgütlenme özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, barışçıl gösteri özgürlüğü, grev hakkı fiilen ortadan kaldırıldı.

Bizler sınıfsız, sömürüsüz, eşitlikçi demokrasinin esas alındığı bir toplum modelini inşa etmek istiyoruz ve bunun için mücadele ediyoruz. İşimiz kolay değil. Ancak işçi sınıfı, sendikal hareket burada öncü, lider rolü oynamak durumunda. Uluslararası alanda sendikacılığın bu istikamette yeniden şekillendirilmesi, dönüştürülmesi gerekiyor. Daha ilerici, toplumcu bir hareket toplumun dönüşmesine önemli bir katkı getirecektir.

Kemal Özkan. (Fotoğraf: BirGün)Kemal Özkan. (Fotoğraf: BirGün)

Örgütlü işçi sınıfının en temel problemlerini neler olarak görüyorsunuz?

Türkiye’nin şu anda en önemli problemi demokratik altyapının büyük ölçüde ortadan kalkmış olması. Bu bizim için önemli, zira sendikal hakların temeli demokratik altyapı.

Biz bir ülkeye gittiğimizde demokrasinin düzeyini, kalitesini anlamak için bazı temel parametrelere bakarız. Bunların başında temel insan haklarının devletin, onun kurumların, sosyal gruplar ve diğer kişiler karşısında anayasal bir güvence altına alınmış olması geliyor. Bu noktada Türkiye’de önemli bir sıkıntının olduğu son derece açık.

Bir diğer husus yürütme, yasama ve yargı erkleri arasındaki kuvvetler ayrılığının güçlü bir biçimde mevcut olması. Sanırım bu gereğin de Türkiye açısından büyük ölçüde bulunmadığı konusunda ortak bir tespit bulunuyor. Bununla birlikte hukukun üstünlüğü ve adil yargılama, olmazsa olmaz bir demokrasi altyapısı.

Türkiye’nin geçmiş on yılına ve bugününe baktığımızda adil bir yargılamanın var olduğunu söyleyebilir miyiz? Maalesef hayır. Benzer şekilde düşünce, ifade, basın ve kitle iletişim, barışçıl gösteri yapmak özgürlükleri demokrasinin temel yapıtaşları arasında.

Din özgürlüğü bir diğer nokta. Sadece belli bir dini grubun özgürlüklerinin tanınması ve diğerlerinin yok sayılması, bu özgürlüğün de Türkiye’de yerleşik olmadığını ortaya koyuyor.

Maalesef son yıllarda Türkiye’de seçimler üzerindeki tartışmaların seviyesi son derece kaygılandırıcı ve demokrasinin altına konulmuş adeta bir dinamit gibi. Tüm bunların üstüne iyi yönetişim, kamu yararını öne koyan, adil, şeffaf, hesap verebilir ve yolsuzluğun olmadığı bir yönetim olmalı.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, ekonomi ve gelir dağılımı, bilginin açık ve şeffaf şekilde toplumla paylaşılması, kaliteli, ücretsiz ve herkesin erişebileceği kamu hizmetleri, özellikle sağlık ve eğitim ve de çevrenin korunması var.

Bu çerçevede, sendikal haklarının temeli olan demokratik altyapı için Türkiye’de demokrasinin tekrar tesis edilmesi ihtiyacı ve görevi bulunuyor.

Türkiye’de sendikacılığın yönelimleri sizin durduğunuz yerden nasıl görünüyor? Global düzeydeki kriz ile Türkiye’deki siyasal ortam ve ekonomik koşullara baktığınızda emekçiler, işçiler açısından nasıl farklar görüyorsunuz?

Türkiye sendikal haklar açısından dünyanın en kötü 10 ülkesi arasında olmaya devam ediyor. Her gün değişik işkollarından sendikal hak ihlali vakaları geliyor. Adeta hepsi aynı formatta: İşçiler Anayasa ve uluslararası normlardan gelen haklarını kullanıyor ve sendikalara üye oluyor. İşverenler haber aldıklarında hemen işçileri topluyor ve sendikalardan istifa etmeleri için baskı yapıyor, işten atma ile tehdit ediyor. E-devlet şifrelerini yasadışı olarak topluyor ve sendikalı olup olmadıklarını kontrol ediyor. İşçiler sendika üyeliğinden istifa etmediğinde işlerinden oluyor.

Zor da olsa yetki tespiti sendikanın lehine gelirse, işverenler hukuku kötüye kullanıp yetkili mahkemelerde itiraz ediyorlar. İşkollarına itiraz, davaları yetkisiz mahkemelerde açmak gibi “cince” uygulamalar yapılıyor ve davalar yıllar sürüyor. O süre içinde tüm sendika üyeleri işten atılıyor ve yetki kesinleştiğinde ilgili sendikanın üyesi kalmıyor. Bir hakkın kullanımı öteleniyor, engelleniyor, kısıtlamalara tabi tutuluyorsa, o hakkın özü ortadan kalkıyor.

Kamuda, çalışanlar sendika seçme özgürlüğüne sahip değil. Eğer istenilen istikamette bir tercih yoksa soruşturmalar, yer değiştirmeler, yükselmelerin engellenmesi, ihraçlar söz konusu oluyor. Somut olmayan gerekçelerle davaların açılması, gözaltılar, tutuklamalar şu anda yaşadığımız gerçekler. Bu kabul edilemez.

Hiçbir hak mücadele etmeden elde edilemez. Yılmak yok. Ayağa kalkacağız, sesimizi çıkartacağız ve mücadele edeceğiz. Tek yol bu.

Türkiye’den çeşitli sektörlerden sendikalarla özellikle küresel şirketler söz konusu olduğunda yoğun şekilde çalıştığınızı biliyoruz. Çokuluslu şirketlere, uluslararası markalara işçi sınıfı ve sendikaların haklarını ve özgürlüklerini savunmak adına ne gibi yanıtlar üretilmeli?

Türkiye’deki sendikalarımıza uluslararası araçlarla destek olmaya çalışıyoruz. Öncelikle, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) olmak üzere kurumlar nezdinde Türkiye’deki yasaların temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasına olanak vermemesini sürekli olarak gündemde tutuyoruz. Gelen vakaları paylaşıyor ve politik karar alıcılara iyileşme yönünde, uluslararası taahhütler çerçevesinde baskı yapılmasını sağlamaya gayret ediyoruz. Türkiye, ILO’nun örgütlenme özgürlüğüne ilişkin 87 ve toplu pazarlık hakkına ilişkin 98 sayılı sözleşmelerini imzalamış bir ülke. O nedenle yükümlülükleri var. Ancak alandaki gerçek bu taahhütle uyuşmuyor.

Bu arada yalnızca ILO değil, diğer kurumlarda da bu girişimlerimiz sürüyor ve sürecek. Türkiye, dünya tedarik zincirlerinde önemli yeri olan bir ülke. O itibarla Türkiye’deki tedarik zincirinde çalışanların temel haklarını kullanabilmesi, çok sayıda uluslararası kurumu yakından ilgilendiriyor. Şunu söylemeliyim ki, uluslararası alanda, temel haklara yönelik zorunlu ikili denetim (due diligence) artık genel norm haline geliyor. O nedenle Türkiye’deki tedarikçi firmaların temel haklara uyduklarını kanıtlayabilmeleri gerekiyor. Bunun için de genel demokratik normların hayatta olması bir gereklilik.

Özel sektördeki sendikal hak ihlalleri ile ilgili olarak; eğer ihlal eden firma, çokuluslu bir firmanın şubesi ise, aynı firmanın genel merkezi ile iletişime geçip çözüm bulmaları konusunda baskı yapıyoruz. Eğer ihlal eden firma bir tedarikçi ise, mal ya da hizmet tedarik ettiği uluslararası şirket ya da markalara uluslararası baskı yapıp, ihlalleri çözmelerini talep ediyoruz.

Bunu da yaparken uluslararası işçi dayanışmasını harekete geçirip bir sendikal güç inşasını da gerçekleştiriyoruz. Şunu söylemeliyim ki, artık sendikal mücadele yalnızca ulusal, yerel yapılamaz ve yapılamıyor. O nedenle ulusal ve uluslararası sendikalar hep birlikte bir mücadele veriyoruz ve bunu daha da ilerletmemiz gerekiyor.

Mevcut döngüyü kırmak ve yeni, adaletli, eşitlikçi, üretime yönelik bir modele geçmek gerekiyor. Bu bağlamda endüstri ilişkileri sistemini de gözden geçirmek gerekiyor. Temel parametreleri itibarıyla Kuzey Amerika’dan ithal edilmiş, zamanla mutasyona uğramış, büyük ölçüde işyeri düzeyinde toplu iş sözleşmelerine dayanan bir endüstri ilişkileri sistemi, gelir dağılımını düzeltmede başarılı olamadı, olamıyor. İşyeri düzeyinin ötesinde, sektör ve ulusal düzeyde toplu iş sözleşmesi araçlarının geliştirilmesi ve devreye sokulması lazım.

Aksi halde, işçiler açısından kötüleşme devam edecek gibi gözüküyor maalesef.

***

KAPİTALİZM KÂR HIRSIYLA ÇEVREYİ MAHVETTİ

Yaşadığımız sorunların en büyüklerinden biri küresel ekolojik kriz. İnsanlığın ürünü olan bu krizden nasıl çıkacağız? İklim kriziyle birlikte düşündüğümüzde yaşanacak bir dünyamız olacak mı? Bu bağlamda ITUC manifestonuzda yer alan 'Adil Geçiş'i ekoloji dışındaki unsurları ile birlikte biraz açabilir misiniz?

Dünyada büyük bir dönüşüm yaşanıyor. Ekonomide, sektörlerde, sosyal hayatta… İklim değişikliği, gereken önlemler alınsın ya da alınmasın, görmezden gelinsin ya da gelinmesin gerçekleşiyor. Kapitalizm, kâr hırsıyla çevreyi de mahvetti ve faturayı geniş halk kitlelerinin ve işçi sınıfının ödemesini bekliyor.

Biz işçiler olarak çevre ile işimiz arasında bir seçim yapmaya zorlanmak istemiyoruz. Aynı anda hem işimizi korumak, hem de çevreyi korumak mümkün. O nedenle mevcut ve gelecekteki işlerimizin güvence altına alınması bizim için hayati önemde.

Sendikal hareketin, iklim değişikliği, karbondan arındırma, enerji dönüşümü, dijitalleşme-Sanayi 4.0, değişen uluslararası ticaret ve küresel tedarik zincirleri, elektro-hareketlilik, değişen demografi, insanlar ve diğer unsurların yerinden edilmesi gibi mega trendlerle karakterize olan büyük dönüşümü ele alma ve yönetme konusunda tarihsel bir sorumluluğu var. O nedenle olan biteni anlamak, kavramsallaştırmak ve ona göre strateji uygulamak son derece önemli.

Bizler, işlerimizin ve gezegenimizin geleceğiyle ilgili kararları çokuluslu şirketler ve piyasa güçlerinin insafına bırakmayacağız. Mücadelemiz, dönüşümün içeriğine olduğu kadar sürecin nasıl ele alındığına da odaklanmalı.

Bu nedenle, mevcut işleri dönüştürmek ve çevresel ve sosyal olarak daha sürdürülebilir bir ekonomide yenilerini yaratmak için bir politikalar bütününe ihtiyaç duyulmakta. Sosyal ilerlemenin itici gücü olarak işlerimizi güvence altına almak, küresel mücadelemizin önemli bir parçası. Sürdürülebilir sanayilerde bir yandan insana yaraşır işler yaratan, diğer yandan mevcut işlerimizi koruyan bir ‘Adil Geçiş’e ihtiyacımız var. Geçiş gerçekten adil olmalı ve işçilerin, ailelerinin ve bulundukları toplumların destekleyebileceği ve gerçekleştirmeyi taahhüt edebileceği iyimser bir geleceğe işaret etmeli.

Adil Geçiş, sosyal, ekonomik ve çevresel boyutları ve tüm yönleriyle sürdürülebilir bir geleceğe uzanan bir yol çizmeli. Süslü sözlerin ötesine geçerek, işçilerin gerçekliğini kapsamalı.

Son söz olarak kurtuluş nerede?

Kurtuluş mücadelede. Korona krizi işçi sınıfına şunu öğretti ki, tek başımıza hakkımızı koruyamıyoruz. O nedenle bunu gören sendikasız işçiler, sendikaların önemini anladı, en azından anlamış olmalı. Birlikte mücadele, birlik, dayanışma, işçi sınıfının, sendikal hareketin evrensel değerleri. Onlara sahip çıkmamız gerekiyor.