Kenan Evren’in ardından yazdığım bu yazı, hüzünlü bir veda değil, tarihe not düşme çabası. Çabam bu yönde sürecek. Kenan Evren ve arkadaşlarının adı anılacaksa böyle anılsın, hep lanetle.

Kenan Evren’in ardından…

MURAT MERİÇ @PopDedik

12 Eylül 1980 sabahını çok iyi hatırlıyorum: Çanakkale’deydik, çarşının göbeğinde, dört köşesinde dört banka olan bir dörtyol ağzındaydı evimiz; hâlâ aynı yerde duran Akbank’ın üstündeki lojmanda yaşıyorduk. 8 yaşındaydım, kardeşimle aynı odada kalıyorduk, televizyonlu odada. Sabaha karşı televizyonun sesine uyandım. Rüya gibiydi: Apoletli bir adam, tekdüze sesiyle konuşuyor ve algılayamadığım şeylerden söz ediyordu. “İhtilal oldu” dedi annem, anlamadım. “İyi bir şey mi?” dedim, sustu. Sevinmemiştik. Sonradan kendimce anladım neden sevinmediğimizi: Sokağa çıkamıyorduk, oyun bile oynayamıyorduk; askerler her yerdeydi ve sürekli bağırıyorlardı. Çanakkale bir asker şehridir, Deniz Kuvvetleri’nin kalelerinden biridir ve yazın beyaz kışın siyah giyen “denizciler” şehrin süsüdür. Süsüydü, o zamana kadar öyle sanıyordum. 12 Eylül sonrasında “asker” neymiş, öğrendim.

Bir gün Çanakkale’ye Kenan Evren geldi. Topladılar, götürdüler, üniformalarımızla Yalı Caddesi boyunca dizdiler bizi. Gitmeden sınıflara doluşan askerler “görevimiz”i anlattı: “Devlet başkanımız ve konsey üyelerimiz geçerken coşkuyla alkışlayacaksınız, elinizdeki bayrakları sallayacaksınız. Onlar da size el sallayacak.” Heyecanlıydık: Koskoca “devlet başkanı” (darbeden sonra kendisine bunu yakıştırmıştı) bize el sallayacaktı! Bu el sallama hadisesinin, Selamsız Bandosu’ndaki selamlama faslından daha fena olacağını bilmiyorduk. Orada saatlerce bekleyeceğimizi de. Bekledik. Soğuktu, üşüdük. Askerler sürekli başımızda dolanıyordu ve gitmemize izin vermiyordu. Saatler sonra konvoy göründü, bizler toparlanıp alkışlayana kadar, önümüzden hızla geçerek gittiler. Biz el salladık, onlar sallamadı. O gün, asker denen şeyin hiç de sandığım kadar iyi bir şey olmadığını anladım. Kandırıldığımı düşündüm. Sonrasında “uyandım.” Talihin tuhaf bir cilvesi, 28 günlük “askerliğimi” Çanakkale’de yaptım. O sürede çocuklara hiç bağırmadım.

Kenan Evren’i çok gördüm. Onunla ilgili anılarımı ve hakkında düşündüklerimi, geçtiğimiz 12 Eylül’de, “Tanıdığım Kenan Evren” başlığıyla, yine bu sayfalarda yazmıştım; yukarıdaki hikâyeyi de ayrıntılarıyla anlatmıştım, tekrar etmeyeceğim. Editörüm Selçuk’a bu hafta Kenan Evren yazacağımı söyleyince “müzikli olacak değil mi?” diye sordu, şu cevabı verdim: Müzikle Kenan Evren yan yana gelir mi hiç?

Geliyordu oysa. Üniversiteyi Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı sırasında okudum. Ankara’da her hafta sonu CSO konserlerine giderdim ve çoğuna Kenan Evren gelirdi. Onun geleceğini, salona girerken üzerimizi aramalarından anlardık. Korkardı. Sonrakiler korkmadı. Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in cumhurbaşkanlıklarını gördüm; onlar da gelirdi konserlere ve kimse üstümüzü aramazdı. Bugün, Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları konsere gitmiyor belki ama gittikleri her yerde insanların üstü aranıyor. Kenan Evren’den daha çok korkuyorlar!

Nereden nereye geldim… Kenan Evren ve müzik sadece konserlerde yan yana gelmedi. Onun için şarkılar yapıldı. En güzeli, elbette “Emekli Albay Hilmi Ertunç”: “Ben Hilmi Ertunç, emekli albay Ertunç/ Ben çözdüm işi/ Benim bu hayasız gidişe dur diyecek kişi…” Sözlerini Ümit Kıvanç’ın yazdığı şarkı, 1990 tarihli Mozaik albümü Plastik Aşk’ın şaheseri. Albümde, 12 Eylül sonrasını anlatan iki şarkı daha var: “Bindokuzyüzseksenbir” ve “Bildiklerimiz”. İkisinin de sözleri Meltem Ahıska’ya ait. İlkine kulak verelim: “Akşam ayak sesleriyle iner şehre/ Hep birden evlerine kaçışırlar/ Kapılar kilitlenir, perdeler çekilir/ Sokakta kalır sokaklar.” “Sabah sabaha kadar sokakta kalır” sözleri, yukarıda anlattığım sokağa çıkamama haline gönderme. Sokakların hâkimi, “yasaksız kediler.” “Tedirginlikler”, bir başka unsur -ki 12 Eylül sonrasını anlatan asıl kelime bu olmalı: Tedirginlik. Yaşayan bilir: Dışarıdan gelen en ufak gürültüde “gözler kapıya döner, susulur”du o dönemde.

Diğer şarkı, “Bildiklerimiz”, yine o dönemi anlatıyor: “Her şeyin adı değişir/ Okunmaz yakılır kitaplar/ Karın doyurmaz sinema/ İstedin mi çıkılmaz yurtdışına.” O dönemde dinleyen herkesin aklında kalan “polis kimlik sorar” sözleri de bu şarkıda. Bugün yaşadığımız şey gibi: Polis, o dönemde de kimlik soruyordu ve alıp gidiyordu!

“Tedirgin” sözcüğünden Ahmet Kaya’ya bağlanayım: 12 Eylül sonrasının sesi oydu benim için. Kenan Evren ve arkadaşlarının kötülüğünü o anlattı bana. Uyanışım, sayesinde oldu. Yanına Grup Yorum eklenince, en karanlık dönemde kendimi doğru yerde buldum. Ahmet Kaya’nın, döneme dair en önemli şarkısı, “İçerden Çıkan Adam”: “Kar yağmıştır sardunyanın üstüne/ Anılar toza bulanmıştır/ Kitaplar sobada yanmış/ Ah, sazlar duvarda kalmış/ Güzelim şarkılar yağmalanmıştır…” Başka bir şarkıya bakmaya bile gerek yok; o günlerde yaşadığımızı bu şarkı kadar iyi anlatanını görmedim ben. Belki, başka bir kulvardan Kramp’ın “Lan N’oldu”sunu ekleyebiliriz buna: “Lan n’oldu derken/ Bir sabah erken/ Dağlarına memleketin bahar gelmişken/…/ Birbirimizin yüzüne bakamaz olduk mu ne/ Lan n’oldu be!/ Lan ne bu be!” O günlerde şarkılarda “lan” kullanılabiliyordu. Bugün, baştakiler, kendisine “lan” dediği için birilerine dava açabiliyor ve kazanabiliyor. “Lan” artık bir hakaret sözcüğü. Ne derler: Beterin beteri var!

12 Eylül’ü yapanların en berbat icrası, her şeyi yasaklamalarıydı: Kitaplar, filmler, şiirler, şarkılar ve oyunlar yasaklanıyordu. Hâlâ yasaklanıyor. Artık kitaplar basılmadan toplatılıyor ve basımına izin verilmiyor. Daha fenası, haberler yasaklanıyor! Bir önceki paragrafın son cümlesi, burada bir kere daha anlam kazanıyor.

Bugün, 12 Eylül’le hesaplaştıklarını söyleyenler, Kenan Evren’e sözde “ceza” verenler, onun kurduklarıyla iktidarda. Teorik olarak farklı oysa. Düşününce tuhaf geliyor ama, AKP ile kağıt üzerinde ortak düştüğümüz tek nokta darbe karşıtlığı. Elbette temel bir noktada ayrılıyoruz: Ben samimi olarak darbeye karşıyım, onlar samimiyetsiz. Samimi olsalar, 12 Eylül’ün ülkemize ettiklerini düzeltirlerdi. Kusura bakmayın ama, her şey bir yana, cunta tarafından kurulan YÖK kaldırılmadığı sürece, kimse beni AKP’nin samimi olduğuna inandıramaz. Kenan Evren, zamanın muktediriydi, güç ondaydı, herkes onun peşinden koşuyordu. Sonra bitti. Gücünü kaybettiği anda yalnızlığa itildi. Döneminin mutlak gücüyken “zavallı bir ihtiyar” olarak öldü. Cenazesi sessiz sedasız kaldırıldı. Protestoları, arkasından düzenlenen “şenlik”leri hesaba katmıyorum bile…

Kenan Evren’in ölüm haberini KadıköySahne’de aldım. Yeni Türkü ile çalıyordum ve topluluk tam o sırada “Fırtına”yı söylüyordu sahnede. O karanlık günlerde bize umut veren şarkılardan biriydi “Fırtına”. Ankara’da sokaklara indiğimizde dilimizde o vardı. İstanbul’da ve diğer yerlerde de. Biber gazının keşfedilmediği, TOMA’ların ve akreplerin dolaşıma girmediği, polislerin cop ve tekmeyle kalabalığı dağıttığı yıllar… Çok cop yedik, hep aynı şarkıyı söyledik. Yanına bir şarkı daha koyardık: Grup Yorum’un “Sıyrılıp Gelen”i. Yeni Türkü, “Fırtına” sonrası ara verdiğinde çaldığım ilk şarkı bu oldu; elim ona gitti. İçkili mekânlarda Grup Yorum çalmama kuralımı bir kereliğine bozdum ve Kenan Evren’in ardından Ahmet Telli’nin dizelerini andım: “Belli ki dağların, denizlerin/ Ve göllerin üzerinden/ Sıyrılıp gelmektedir seher/ Belli ki yakındır/ Belli ki yakındır doğayı/ Ve hayatı sarsacak saat…”

Bulutsuzluk Özlemi’nden mor ve ötesi’ne uzanan pek çok insan şarkılarında Kenan Evren’den söz etti. Bu örnekleri başka bir yazıya bırakayım ve sadece şunu söyleyeyim: Kenan Evren öldü ama anayasası ve kurumları duruyor. Onları değiştirmediğimiz sürece Evren’in öldüğünü söylemek doğru değil. Evet, “bir ihtilal kadar yalnız” öldü “paşa”, yalnız gömüldü ama buna sevinmek yersiz. Arkasından çok şey söylendi. Bir arkadaşımın kurduğu cümle, her şeyi anlatıyor aslında: “Yaşaması gerekenleri öldürdü. Çok bile yaşadı.” Sahiden çok yaşadı. Bunca yaşamışlığına yargılama da sığabilseydi şahane olurdu elbette ama olmadı. Benim için çoktan ölmüştü zaten. Fiziken ölmüş olması hiçbir şey değiştirmeyecek.

Evren yaşarken ona methiyeler düzüldü, risaleler yazıldı. Elimde küçük bir kitapçık var: Anamur’da yaşayan Ethem Kahraman, duyduğu coşkuyu satırlara dökmüş ve 1984 yılında Kenan Evren ve Kenanizm başlıklı bir “eser”e imza atmış. Özetle şunu öneriyor: “Atatürk yolundan sapmadan, eskiyen Kemalizm’i yepyeni Kenanizm’le değiştirerek ilerlemeliyiz.” Bu, o dönemde yazılanlardan sadece bir tanesi. “Ne dediler, şimdi neredeler” gibi bir şeye girmeyeceğim; insan değişiyor. Dünya ve memleket de… Günün mutlak güç sahibinin bundan on yıl sonra orada olmayacağı muhakkak. Bize düşen, geçmişe bakıp bugünü kurmak. Kenan Evren unutuldu. Unutulsun, adı bile anılmasın ama yaptıkları unutulmasın. Unutulmasın ki onca şey yapanların bir gün tarihin karanlıklarına gömüleceği gerçeği hiç aklımızdan çıkmasın. Kenan Evren’in ardından yazdığım bu yazı, hüzünlü bir veda değil, tarihe not düşme çabası. Çabam bu yönde sürecek. Kenan Evren ve arkadaşlarının adı anılacaksa böyle anılsın, hep lanetle.