‘Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri’ adlı kitabında, Rio de Janeiro, Ekim 1975: O sabah evinden çıktı ve onu bir daha canlı gören olmadı’ başlığıyla yazdığı yazıda Eduardo Galeano arkadaşı Eric’i dinliyor; “Onu öldürdüler,” diyor Eric. Ona da telefonda Torres söylemiş. Eric ağzı açık, beti benzi atmış bir halde ayağa kalkıyor... Konuşuyorlar... Sonunda Eric yeni doğan oğlu Filipe’i kastederek; “Yirmi yıl sonra,” diyor, “bugün yaşadıklarımızı ona anlatacağım. Ona ölmüş ve hapse atılmış arkadaşlardan, ülkemizde yaşamın ne kadar zor olduğundan bahsedeceğim. İstiyorum ki benim gözlerime baksın, bana inanmasın ve yalan söylediğimi haykırsın. Yegâne kanıt onun burada bulunmuş olması olacak, ama o zaman bunların hiçbirisini hatırlamayacak. İstiyorum ki zamanında bütün bunların mümkün olduğuna inanamasın.”

Bana göre insanca bir istek. Yakın tarihimizde kaybettiğimiz canları ve şimdi yaşadıklarımızı gelecekte çocuklarımıza anlattık/anlatacağız elbet. Bizim bile inanamadığımız/inanmak istemediğimiz, “bu da olmaz artık,” dediğimiz çok şey oldu/oluyor bu ülkede.


Yıllar önce Ajans Vu’nun savaş muhabiri Stanley Green’i davet etmiştik İstanbul’a. Çeçenistan’da, Felluce’de ve çeşitli coğrafyalarında uzun yıllar savaşın tanıklığını yapmış, fotoğraflarını ajansına göndermiş. Fotoğraf Günleri çerçevesinde bir atölye yapmak için gelmişti. Fransa’da yaşıyordu, ama Fransa’ya, evine gitmeyeli çok olmuştu, gündelik-sıradan yaşamı unuttuğunu söylüyordu. Kesik kafalardan, dağılmış beyinlerden, ölü bedenlerden sonra İstanbul’da o görüntüleri belleğinin derinliklerine göndermeye çalışarak, ilk defa Dolmabahçe’de, denizin kenarında bir çay bahçesine oturup sabahın ilk ışıklarını bekledi. Kaldığı günler boyunca her gün yaptı bunu. Fotoğraf çalışmalarıma bakıp duygusal olduğum kanaatine ulaşmıştı. Bana bir hastahanenin acil servisinde fotoğraf çekmemi öğütlemişti. Oysa bilmiyordu, direniş fotoğraflarımı, 1 Mayıs Taksim alanı için, Kentsel dönüşüm için, kısacası hak arama, özgürlük için verilen mücadele fotoğraflarımı göstermemiştim ona. Zaten savaştan gelmişti, gerek duymamıştım. İmbros’un yalnız kalan yaşlılarının fotoğraflarına bakmıştı. Gerçi o fotoğraflar da adadaki Rumlara yapılan tecritin görüntüleriydi. Duygusallaşmıştı ve bu duyguyu unutalı çok olduğunu söyledi bana. Evet, farkındaydı, kirli savaşlar insana ait her türlü güzel duyguyu öldürürdü çünkü. Yüzeye çıkarabildiğini bu duygu nedeniyle teşekkür etti bana.

Aslında lafı uzatmadan söylemek istediğime hemen gireyim. Direncimizi kırmak için her türlü duygularımızla oynuyorlar. Neşemizle, gülmemizle, âşık olmamızla, birbirimize güvenmemizle, dokunmalarımızla, hissetmelerimizle, paylaşmamız dayanışmamızla, onurumuzla oynuyorlar. Kaotik savaş ortamında korkmamızı, yalnızlaşmamızı, sinerek hissiz olmamızı; bunları yapamayacak olmakla insanlıktan çıkmamızı, bireysel kurtuluşa sürüklenmemizi yaratacaklar. Oysa Gezi’deki ironik dili unutmadık. Türkülerimizi de söyledik, barışın dilini şiar eyledik, direnişimizi de sürdürdük. Böylesi çok daha güçlüydü, çok daha katılımcıydı. Moral dokusunu kaybetmiş bir mücadele nasıl yürür?

Biliyoruz ki; geçmiş ve bugünün bizim tarihimizi anımsamamıza yalnızca nostalji olsun diye izin verecekler, umut olsun diye değil. İnsanları tarihten ve özgürlükten koparmaya çalışacaklar. Onlar emir vermeye, izin vermeye alışıklardır çünkü.

Galeano’yla başladım, onunla bitireyim: “Bir keresinde bana Endülüs’te sepetindeki midyeleri satarak sokaklarda dolaşan çok yoksul bir balıkçıyı anlattılar. Bu balıkçı bütün midyelerini almak isteyen genç bir beye midyelerini satmak istememiş. Küçük bey, balıkçının istediği parayı ödeyecekmiş ama balıkçı midyelerini satmayı kabul etmemiş; küçük beyin hiç hoşlanmadığı basit bir nedenle. Basitçe şöyle demiş:

“Kendi açlığımda emirleri ben veririm.”