Deniz Zeka – Meltem Sezen Kılıç Nermin Yıldırım son kitabı Misafir’de ‘’Hayat sırayla giydiğimiz bir hırkaysa bile, başkasının çıkardığı üstümüze bol geliyor. Bizden evvelkilerin tecrübelerini şıkır şıkır kuşanamıyoruz, herkes kendi ateşinde yanmak istiyor’’ der. Ben başkasının yaktığı ateşte yanmak istemem diyenler, çizginin dışına çıkanlar Misafir olarak mı görülür bu dünyada. “Psikiyatri uyumlu kişiler olmamızı telkin […]

Kendi ateşinde yanmak

Deniz Zeka – Meltem Sezen Kılıç

Nermin Yıldırım son kitabı Misafir’de ‘’Hayat sırayla giydiğimiz bir hırkaysa bile, başkasının çıkardığı üstümüze bol geliyor. Bizden evvelkilerin tecrübelerini şıkır şıkır kuşanamıyoruz, herkes kendi ateşinde yanmak istiyor’’ der. Ben başkasının yaktığı ateşte yanmak istemem diyenler, çizginin dışına çıkanlar Misafir olarak mı görülür bu dünyada. “Psikiyatri uyumlu kişiler olmamızı telkin eder, egemen düzenle işbirliğine çağırır. Dünyayı değiştirmek isteyenlere hasta gözüyle bakar” diyor Gündüz Vassaf “Ne Yapmalı kitabında?”

Nermin Yıldırım’ın Misafir kitabını okurken kitap boyunca aslında hasta olan kim diye düşündük. Kimin doğrusu, kimin çizdiği çizgiden yürümek. Neden kral çıplak diyenleri kapatmaya çalışırlar, deliler evine. Onlar kimin misafiridir? Ev sahibi olan egemen kültürün çizdiği çizgiden dışarı çıktığımızda, elmayı ısırma cesaretini gösterdiğimizde ya da o güce sahip olduğumuzu fark ettiklerinde neden misafir oluyoruz?

Biz de Nermin Yıldırım’ı konuk ettik ve sorularımızı sorduk.

MK: Son kitabınız Misafir’i okurken Cahit Zarifoğlu’nun “Burası dünya/ Ne çok kıymetlendirdik/ Oysa bir tarla idi/ Ekip biçip gidecektik” dizeleri aklımıza geldi. Misafir olduğumuzu kabullenememek, gereğinden fazla anlam yüklemek mi bizleri deli ediyor; yoksa, deli olmayı göze alamadığımızda korktuğumuzda mı dünyaya sarılıyoruz?

Bizim yaptığımız, dünyaya, hayatlarımıza anlam yüklemekten ziyade anlamları birer birer tahrip etmek. Hayatın kendisinde yeterince anlam mevcut. Ama bize anlamaya çalışmak yerine, sahip olmak, hükmetmek ve en nihayet yok etmek öğretiliyor. Yok ettiklerimizin içinde azar azar eriyoruz. Mülkiyet hırsıyla büyüyor, hayatlarımızı paylaşılamayacak mutluluklar üzerine inşa etmeye çalıştığımız için mutlu olamıyoruz. Orada ne görmemiz gerektiği beynimize kazınarak gösterilen bir resme farklı bir perspektiften bakmayı göze almak cesarettir ve çoktan tanımlanmış resimleri başka türlü tarif etme cesareti gösterenler anormallikle de, delilikle de, hatta yeri geldiğinde hainlikle de yaftalanıp cezalandırılabilir. Dışlanmaktan, yalnız bırakılmaktan, cezalandırılmaktan korktuğumuz doğru ama korktuğumuzda sarıldığımız şey dünya değil. Bir tür çaresizlik bataklığı.

DZ: “Akıl hastanesine, aklını âlemin nizamına uyduran ip inceldiği yerden kopunca savrulup kaybolanlar gelir” diyor kahramanlarınızdan biri. İp kopunca kendisi olmaz mı insan? Asıl iş ipi koparabilme cesaretinde mi?

O ipler hep kendimizi güvende hissedelim diye var. Ama ucundan tutalım diye elimize verilen ipin öbür ucu çok da ferah yerlere bağlanmıyorsa, belki bizi yeterince korumuyordur. O zaman ipin manasını yeni baştan değerlendirip belki de başka konfor alanlarıyla birlikte ondan da vazgeçmek gerekebilir. Kedimizi dünyaya sabitlediğimiz alanlardan vazgeçmek kolay iş değil. Her şeye bir anda arkamızı dönüp meczup olmamızı öneriyor da değilim. Sadece daha fazla soru sormamız ve cevapları verirken kendimize karşı dürüst olmamız gerektiğini düşünüyorum. Yeri geldiğinde ipleri bırakmakta, zincirleri kırmakta sakınca görmüyorum.

MK: Son romanınızda Rikkat’in annesi “Anlatırken anlar insan” diyor. Yazmak, biraz da dünyayı anlamak için mi? Niçin yazıyorsunuz?

Tam da bunun için yazıyorum. Çok şey bildiğimden, bildiklerimi anlatmak istediğimden filan değil. Dünyayı anlayabilmek için uğraşırken kullandığım temel enstrümanlardan biri yazı. Anlatmak için değil, anlamak için yazıyorum. Sonunda çok mu anlıyorsun derseniz, cevabım kesinlikle hayır. Ama işte neticede her defasında bir yolculuğa çıkıyorum ve doğal olarak her şey bittiğinde içimdeki eve aynı insan olarak dönmüyorum.

DZ: İçimizi kurt kemirmesi, sorgulamanın kaotik yapısıyla mı ilgili?

İçimizi kemiren kurtlar, huzursuzluklar, başlangıçta sandığımız kadar kötü düşmanlar değil. Daha iyiyi, güzeli, doğruyu aramanın bedeli bunlar. Bulmanın değil ama aramanın. Aradığımız şeyi ille de bulmamız gerekmiyor çünkü. Aramanın da bir öğrenme biçimi olduğunu hatırlamamız gerek. Arayış, doğası itibariyle kaotiktir. Huzur huzursuzluktan, düzen kaostan geçer çoğu zaman. Ya da biz onların içinden geçer gideriz işte ararken.

DZ: İçimizi kurt kemirmesi, sorgulamanın kaotik yapısıyla mı ilgili?

İçimizi kemiren kurtlar, huzursuzluklar, başlangıçta sandığımız kadar kötü düşmanlar değil. Daha iyiyi, güzeli, doğruyu aramanın bedeli bunlar. Bulmanın değil ama aramanın. Aradığımız şeyi ille de bulmamız gerekmiyor çünkü. Aramanın da bir öğrenme biçimi olduğunu hatırlamamız gerek. Arayış, doğası itibariyle kaotiktir. Huzur huzursuzluktan, düzen kaostan geçer çoğu zaman. Ya da biz onların içinden geçer gideriz işte ararken.

MK: Misafir kitabında ev sahipleri, doktorlar, hemşireler yani gücü elinde tutanlar… Misafirlerse, çizginin dışındakiler, erke teslim olmayanlar. Günümüzde hepimiz çok akıllı insanlar mıyız ki erke teslimiz. Erke teslim olmamak gibi bir seçeneğimiz var mı?

Misafir’de adına Ev denen bir akıl hastanesi var. İçeridekilerle dışarıdakiler birbirinden o Ev’in yüksek duvarlarıyla ayrılıyor. İçeridekileri deli, dışarıdakileri akıllı, içeridekileri anormal, dışarıdakileri normal olarak kodluyoruz başlangıçta. Ama hikâye akıp içeriyle dışarıyı mukayese etmeye başladıkça, bir noktada tanımlar yer değiştirmeye, iç içe geçmeye başlıyor. Dolayısıyla hepimizin çok akıllı insanlar olduğumuzu söyleyemeyeceğim. Ve evet, ortada bir teslimiyet mevzusu varsa, her zaman en az iki seçenekten bahsedebiliriz; teslim olmak ve olmamak. İkinci seçenek de elbette mevcut.

DZ: ‘Nasıl özgür olunur?’ sorusuna: Aristoteles: Düşünerek; Platon: Öğrenerek; Nietzsche: Kendin olarak; Camus: Başkaldırarak… diye yanıt vermiş. Nermin Yıldırım, bu soruya ne derdi?

Bütün bu düşünürlerle yarışacak durumda değilim. Ama herhalde varlığımızı ötekinin gözüyle tanımlamaktan vazgeçmek ve olduğumuz kişi olmayı sürdürebilmek cesaretini göstermekle ilgili bir şeyler derdim bu konuda.

MK: Sözcükleri çok sevdiğinizi biliyoruz. Anahtar, fotoğraf, hakikat, ev, söylenmeyen şarkı, elmalı kurabiye sözcüklerini tanımlamanız gerekseydi, neler söylerdiniz.
Anahtarlar: Kapıların açmadığı;
Fotoğraf: Geçmiş kapanı
Hakikat: Kimin bildiğini kimsenin bilmediği
Ev: Bazen liman bazen fırtına
Söylenmeyen şarkı: Ukde
Elmalı kurabiye: Proust’un kaçırdığı

DZ: Şaşırmak neden mütevazıdır? Şoke olmaksa neden egoludur?

Bilmem, öyle midir?

MK: Budapeşte’yi Pal Sokağı Çocukları’nın izinden gezdiniz. Bir gün Nermin Yıldırım’ın izinden İstanbul’u gezmek istesek nerelere yolumuz düşer?

Herhalde Karaköy’e. Çünkü oradan bakınca gökyüzü çok derin. Sonra Süleymaniye’ye, çünkü caminin karşısında sıralanmış kuru fasulyeciler nefis. Bir de Pierre Loti tabii. Çünkü insana yaşama coşkusu veren harika bir manzaraya ulaşmak için bir mezarlığın yokuşunu tırmanıp ölülerin arasından geçiyorsunuz. Bu minik yolculuk başlı başına hayat dersi gibi geliyor bana.