Blanchot’ya göre Terör karşısında hiç kimsenin yaşama hakkına sahip olmadığı, herkesin sıradanlaştığı, kendini “yurttaş olarak doğrulayabilmesi” için ölüme gereksinim duyduğu bu dönemlerde edebiyat kendine bakar.

Kendi cenaze marşım

SERVET TURAN

“Ölümün bizzat kendisi tarafından ölmesi engellenmiş genç bir adam -henüz genç olan bir adam- ANIMSIYORUM.

(Maurice Blanchot, Ölüm Anım)

Kabul edelim ki der Blanchot, “edebiyat edebiyatın bir soruya dönüştüğü an başlar.” Bana kalırsa burada dikkat etmemiz gereken nokta bu sorunun kendisinden önce edebiyatın bir soruya dönüştüğü ana odaklanmak. Varlığı hiçlikten alıp hiçliğin kendisine hapseden, tüm çelişkilerin ayyuka çıktığı, kendinden yola çıkıp tekrar kendine dönen; bir bakıma imkânsız o an. Blanchot Kafka’dan Kafka’ya isimli eserinde bu anı tüm soruların cevabını alacağımız, bizi tarihin boşluğunda asılı halde bırakan, ölümü hem durduran hem de sonu gelmez bir deneyim haline getiren ölüm hükmüne benzetir. İşte ancak o anda Blanchot’ya göre edebiyat sahih bir soru haline gelir. Şüphesiz -sağcı kültürden gelmesine rağmen- Blanchot’yu bu anı araştırmaya yönelten özellikle Nazi döneminin, bir anda kendini kamplarla karşı kaşıya bulan deneyimin kendisidir. Adorno bu denli şiddetli bir deneyime cevap olarak Auschwitz’ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğuna işaret ederken, Blanchot bu şiddeti olumsuzlayan, neredeyse tüm yazın hayatı boyunca cevap bulmaya çalıştığı, çoğunluk örtük de olsa şöyle bir soru ortaya atar: Edebiyat mümkün müdür?

DENEYİM VE ÇELİŞKİ

Edebiyatı yaşamı tüketen, onu söz konusu eden bir deneyim olarak kabul edersek, bu deneyim daha ilk anda yadsıma ve çelişki ile karşı karşıya gelir: “…yazmak için onda bir yazma yeteneği olması gerekir. Ne var ki, yetenekler kendilerinde hiçbir şey ifade etmezler. Yazar masasına oturmadığı sürece, bir yapıt ortaya koymuş değildir, yazar yazar olmamıştır ve onun olma kapasitesine sahip olmadığını da bilmez. Ancak yazdıktan sonra yeteneğe sahip olur ama yazmak için de ona gereksinim duyar.”

Blanchot’nun, Hegel’den yaptığı bu alıntı bize şunu gösterir: yazar sadece yeteneklerini değil, kendi varlığının doğrulanmasını da yazdığı yapıtta bulur. Bu yapıt sayesinde yazarın varlığı dile gelmiş, bu yapıtı yazmış olan, daha önce varlığı hakkında herhangi bir fikri olmayan bu yazar artık var olmuştur. Peki ama der Blanchot, varlığı sorgulanan, şu anda mevcut olmayan bu yazar yapıtı nasıl ortaya çıkarabilir. Bu paradoksun cevabını tekrar Hegel’de bulur - “hiçlik içinde bir hiçlik gibi çalışarak.”

YADSIMA

Bir noktada yapıtın ortaya çıktığını kabul etmek durumundayız. “Pencereden bakıyordu” cümlesi ile var olan yazar, bu varlığın bu cümle özelinde verili olduğu için değil, aslında bu cümlenin onu okumaya muktedir başka insanların da cümlesi olduğunu, başka insanların onun yapıtıyla ilgilendiğini fark eder. Bu ilgi ise yazarın varlığına sirayet edecek, onu ondan çekip alacak bir momentum yaratacaktır. Artık bu yapıt onun değil okuyucunun tözü haline geldiği anda, çözüm olarak “yazar kendi kendini ortadan kaldırmaya karar verir”. Okuyucu ile özdeşleşmek adına onu var eden yapıtı yadsımak durumunda kalır. Yani varlığına son veren okur, var olduğu sürece yazarın varlığı devam edecektir.

Blanchot edebiyatın bu eylemini, tarihin boşluğunu yadsıyarak var olan “masalsı” Devrim dönemlerine benzetir. Terör karşısında hiç kimsenin yaşama hakkına sahip olmadığı, herkesin sıradanlaştığı, kendini “yurttaş olarak doğrulayabilmesi” için ölüme gereksinim duyduğu bu dönemlerde edebiyat kendine bakar. Özgürlük ancak her bireyin kendi hakkı olan ölümünün ortadan kalkmasıyla gerçekleşir.

Nitekim edebiyat da Devrim ve Terör sayesinde bu ölüm hakkının tek umut olduğunu fark eder. “Bu kadın, diyebilmem için şu ya da bu şekilde ondan etten kemikten oluşan gerçekliğini çekip almam, onu yok kılmam ve onu hiçlemem gerekir. Sözcük bana varlığı verir ama onu varlıktan yoksunlaşmış olarak verir.” Burada işaret edilen aslında olumsuzlama olarak edebiyatın bizzat sahip olduğu imkândır. Bu elbette varlığı aşıp tekrar kendini varlıkta bulan döngüsel bir imkân. Çünkü “bu kadın” eğer gerçekten ölmeye muktedir olmasaydı, dilim bu mevcudiyeti ortadan kaldırmaya muktedir olamayacaktı. Burada sanki dil şeytanla kötücül bir anlaşmaya varmış gibi kendini ancak geleceğin ortadan kaldırılmasıyla var edebiliyor.

İşte bu nedenle Blanchot edebiyatın mümkünlüğünün ölüm hakkında saklı olduğunu gösterir. Kendimize ait, bayağı ve rastgele olmayan, bizi o belirsiz son saatin huzursuzluğundan kurtaracak olan kendi bağrımızda “mutlu bir ölüm” ün tek umudumuz olduğunu söyler. Çünkü ölebildiğim sürece varlığım kendine yer bulacaktır, öldüğüm anda bu olanaktan yoksun bırakılarak aslında var olabilme olanağım da elimden alınacaktır. Bundan dolayı ölümün kendisi Blanchot’da hep bir erteleme halindedir. Ölebildiğim ama çıkış yolunu yani varlığımı ortadan kaldırmayan o sonsuz an.