Kendi deneyimini kuşanan: Çatlak

Şeref Bilsel

Mehmet Erte her şeyden önce dil üzerine yine dille düşündüğünün farkında olan bir şair/yazar. ‘Farkındalığı’ onu çağdaşlarının çoğundan ayırıyor. Yolculuğunun başından itibaren ‘şiir nedir’ sorusu kadar ‘şiir ne işe yarar’ sorusu da ilgilendirmiştir onu. Demiştir: “Oduncunun kaldıramayacağı kadar ağır bir balta hiçbir işe aramaz.” Şiir etrafında kurulan tumturaklı cümlelerden ziyade şiirin içinden geçen ve hayatla, insanla buluşan ifadeler, şiirlerinde yol gösterici levhalar olarak karşımıza çıkar. Birdenbire başlar şiirleri. Bir aşkın, yolculuğun başlaması gibi. Bu ‘birdenbireliğin’ içinde düşle düşünce arasında salınarak yolunu açar. “Başlıyoruz. Güzel. Sen orda, ben burda.. gene de birlikte/ Ne kör olurum artık ne ebe, ne arkandayım ne önünde/ Yokum elini uzattığın yerde, fakat elim sende”. (“Var mısın”, Çatlak, Edebi Şeyler)


ŞAİRİN DÜNÜ BUGÜNÜ ARASINDA BİR KÖPRÜ

Erte’nin 11 yıl aradan sonra okurla buluşturduğu yeni şiir kitabı Çatlak’ta bizi karaya çıkartacak teknenin su aldığına dair çeşitli kanıtlar, eski dünyadan kalan fotoğraflarımıza çarpan çıplak sesler var. Suyu Bulandıran Şey (2003) ve Alçalma (2010) adlı şiir kitaplarındaki iddiayı bir bakıma sürdürmekle birlikte, Çatlak, şairin dünü ve bugünü arasında alışılmadık bir köprü de kuruyor. Şair zamanın ciddiyetini görünür kılmak, insanı boşluklarıyla tarif etmek için ağdalı bir dile yaslanmak yerine ‘alaysama’yı dizeler arasında bir işmar gibi kullanıyor. Böylece, olay ve durumların katılığını deşip etrafa gösterecek bir yol ediniyor.
Bir kitabın yazılma sürecine şairin/yazarın o kitabı yayımlamak için kendisini ikna etmeye harcadığı zamanı da eklememiz gerektiğini düşünür Erte. Doğrudur bu. Şiirin doğduğu zaman, sizi tutan, ihata eden zamana karşı konuşabilmeli.

Dil –hele bizim gibi eklemeli bir dil– yığılarak (harf, hece, sözcük, cümle) ilerliyor. Bilim gibi. Bulan, bulduğuyla kalmıyor, aktarıyor bulduğunu. Şiir de bu diyalektik yolculuktan yararlanır. Yeniden yorumlar, yeni yönler arar şairler önünde duran bir metinden hareketle. Erte, başka bir şey yapıyor: 1996’da yazdığı ve kitaplarına almadığı bir metni (“Soytarının Ağıdı”) çeyrek yüzyıl sonra son kitabına alıyor. Necatgil’in “Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” dizesi değil, Karakoç’un “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” dizesi yol gösterici olabilir burada bize. Geriye doğru koşan atlar dersek en doğrusu olur. Mehmet Erte bu şiire düştüğü uzun dipnotta zamanın karşısında davranan bir şiir göstermiyor bize, şiirin karşısında zamanın ne hâle geldiğini ve bu yolculukta şiirin olduğu yerde dimdik durduğunu, kendi zamanını koruyup genişlettiğini örnekliyor. 20 yıl önce bir dergide şu satırlarının altını çizmişim: “Hayalin de, işçiliğin de şiiri olmaz. Ama hayal ve işçilik şiirin içinde vardır. İnsan neyle kuşatılmışsa onun şiirini yazmaya çalışır ama ancak kendi işgal ettiği yeri yazabilir.” Erte’nin zeminsel ve zamansal mücadele alanı ‘kendisi’ oldu. Şiir, neticede kendini tanımak, bulmak yolunda bir arayış değil mi? ‘İnsan neyle kuşatılmışsa’ bu önemlidir, bütün büyük şair/yazarların ertele(ye)mediği, şiddet içeren bir yakınlık duygusu.

OYSA ASIL YÜRÜMEKTİR DÜŞÜNMEYE UYGUNU

“Soytarının Ağıdı”na düşülen notlar sadece genç şairlerin değil, kendini ‘olgun/ doygun’ hisseden şairlerin, dilbilimcilerin de okuması gereken saptamalardan oluşuyor. “ben bir soytarıyım ama kralın değil” diye başlar şiir. Bu metin –özellikle ‘küçük’ yazılmış– bir şairin kendi içinde tuttuğu zamanla içinde tutulduğu zamanın karşılaşması gibi felsefi alanda düğümlenen soruları yalın bir kılıçla açıklıyor. Bu dipnot –bütün katmanlarına rağmen dilsel, mekânsal ve zamansal bir problem– olabildiğince samimi ve anlaşılır bir dille aktarılıyor. Yazı üzerinden insanla, dünyayla sahici bir bağ kuranların anlamakta zorlanmayacağı birkaç cümle okuyalım: “Yazarken varoluşun karanlıkta kalan bir bölgesinden ses vermeyeceksem çabam neye yarar. Ancak çabamdan vazgeçmesem de uzun zamandır şunun gayet iyi farkındayım: Ne yaparsak yapalım, ortaya çıkardığımız şey hakikat karşısındaki yenilgimizin bir ifadesi olmaktan ileri gitmiyor. Böyle bir acizlik içindeyken, üst düzey bağlamlardan, derinliklerden bahsetmek bende hep şüphe uyandırıyor.” Dolaşımdaki adlandırmasıyla ‘retorik’ kaygısı yok Erte’de, yalınlık içinde kazanılmış bir düşünsel derinlik var. “N’aber, nereye gidiyorsun?” sorularındaki sıradanlık ve güncelliğin vardığı felsefi bir manzara. Koşarken düşünmek gibi. Oysa yürümektir düşünmeye uygun olan. Ama yürümek, düzyazıya dâhil; yürünecek yolu koşmak şiire…

BULDUKLARINI DEMLEYİP ÇATLAKTAN SIZDIRIYOR

Mehmet Erte’nin herkes gibi geçmişten, daha önce yazılmış olanlardan deneyimlediği bir alan var kuşkusuz, ama ilginç ve özgün olan şu: Erte, kendi yazınsal deneyimlerini, genel anlamda dolaşımda olan dil tecrübelerinin önüne koyuyor, bu cesur bir girişim. Önce kendiyle çatışıyor, kendine sızıyor, orada bulduklarını demleyip bir ‘çatlak’tan bize sızdırıyor.

Bir şiirinin ismi: “Sıfır”. Uzun bir şiir; Kendini kendine ölçü kılan, kendi çöpünü kendi kaldıran biri. tamamını okuyalım: “Kırktan çıktım/ Ağzımda yuvarlayıp durduğum bir hurma çekirdeği/ Ve ruhum çekirdeğin içinde/ Hınçla tükürüp attım/ beni maddeye ekleyen bilinci”; bu kadar.

Sinemadan fotoğrafa, resimden şiire, öyküden romana geniş bir alanı rasat eden Mehmet Erte’nin son şiir kitabı Çatlak kendi şiirine bakmaktan çekinmeyenler ve şiirinden kafasını kaldırma cesareti olanlar için sarsıcı bir güzergâh.

“İşte şairlerin hemen hepsinin burun kıvırdığı/ böyle şeyler de oluyor yeryüzünde”.