“ID” (Kimlik) isimli 15‘inci albümüyle dinleyiciyle buluşan Efkan Şeşen, albümde 9 dilde 9 farklı hikâyeyi yorumladı. Şeşen bu deneyimi, “Bu sefer kendi devrimimi gerçekleştirme fırsatım oldu” diye anlatıyor.

Kendi devrimimi gerçekleştirdim

Işıl ÇALIŞKAN

“Dokuz Altı Yollarında”, “Gün Ağarırken”, “Gölgeler Şehri” gibi kariyerinde pek çok albüme imza atan Efkan Şeşen, şimdi 15’inci albümü "ID" (Kimlik) ile dinleyici karşısında. Sanatçının sanat yaşamının 35’inci yılında çıkardığı albümü Türkçe, Hollandaca, İngilizce, Kürtçe, Ermenice, Arapça, Zazaca, Pontosca ve Lazca olmak üzere 9 coğrafyadan 9 ayrı hikâyeyi konu alıyor.

1980'li yıllarda Grup Yorum'da solist olarak yer alan sanatçı Şeşen, albümünü kendi yapım şirketi Muziekproductie etiketiyle çıkardı. Müzisyenle müzik serüvenini konuştuk.

Son albümünüz “ID” yani “Kimlik” neyi temsil ediyor? Hikâyesini sizden dinleyelim…

ID yani kimlik… Yaşanmış öykülerin ait olduğu coğrafyayı ve dilleri ifade eden evrensel bir isim. Seslenmek istediğiniz kesimi de düşünerek (yani dünyanın birçok bölgesinde yaşayan ve bu dilleri konuşan veya bu dillerle temaslı olanlar dâhil) tüm dünyaca anlaşılır bir isim. Bizim ülkemiz de dâhil bu diller dünyanın birçok yerinde konuşuluyor. Hikâyeler ise duyarlı ve önyargısı olmayan bilinçli bir kesim tarafından bilinebilecek, anlaşılabilecek ve olgunlukla karşılanabilecek kadar gerçek. Yani bizi, hepimizi anlatıyor. Ve benim gibi bir müzisyenin; farklı coğrafyalarda, dillerde, inanışlarda olan ve dünyanın neresinde olursa olsun zulme uğramış, yurdundan olmuş, evinden barkından koparılmış katledilmiş insanları hassasiyetle ve duyarlılıkla anlatması kadar doğal bir davranış olamaz. Tüm zorluklara rağmen vermek istediğim mesaj: Bu dünyada bir tek kendi sorununuz, bir tek kendi kaybınız, bir tek kendi ekonominiz veya bir tek kendi işiniz yok. Binlerce acı yaşanıyor. Buna tahammüllü olmayı, acıyı paylaşmayı ve empati kurmayı öğrenmemiz lazım. “Ama onlar da…” ile başlayan cümleler tamamen yanlış. Halklar birbirine düşman olmaz. Birileri tarafından oyunlarla düşman edilir. Bunu unutmamak gerek. Konu bazen bir dil, bazen bir coğrafya, bazen etnik kökeniniz, inanışlarınız, bazen de fikirleriniz olabilir. İnkâr sizin de tutsaklığınızdır… Ve ikrar insanlık görevidir.

Şarkılarınızda anlattığınız 9 farklı öyküyü bu albümde buluşturan özellik neydi?

Öncelikle bendeki izleri önemliydi bu dokuz öykünün. Çoğu bir şarkıya konu olan hikâye, büyük toplumsal acı ve travmalarının atmosferinde benzeri nice yaşanmışlıklardandır. Bende müzikal ağıda dönüşen bu hikâyelerde aranje eden ve şarkıyı yorumlayan olarak ilerlerken de yüreğimde sızı duydum hep. Ama ilk kendi dilleriyle buluştukları sürece gelirsek, doğru insanlarla yan yana olma konusunda şanslıydım diyebiliriz. Çünkü çevirilerde, seslendirmelerde güvendiğiniz insanlar yanınızda olmalı. Başkaca öykülerde var yüreğimde ancak bunların bilgisini alacağım insanlar olmadığı için şimdilik bende saklılar.

MÜZİĞİME SINIR KOYMUYORUM

9 öyküyü 9 farklı dilde anlatma fikri nasıl doğdu peki? Müziği evrenselliğine işaret etmeyi amaçladığınız söylenebilir mi?

Evet, müzik evrenseldir ve her dilde anlatılır... Acılar da, hüzünler de evrenseldir. Çünkü öznesi insandır. Bir tek benim veya bizim ya da bizim ülkemizin diye bir şey yok. Hal böyle olunca kafanızda bir sınır da olmuyor. Hiçbir halka ön yargınız da yok. Ve bir de bu konuda altından kalkacak kadar donanımınız ve gücünüz varsa, çalışmanızın dinleyiciye ulaşmaması için hiçbir nedeniz de yok demektir. Müziğime sınır koymuyorum. Örneğin bir şarkım popüler oldu diye hayatım boyu benzer şarkılar yapmaya çalışmam. Tahammül de edemem bu düşünce biçimine. Ve şu dönem bu çok revaçta hadi ben de bunu yapayım kopyacılığına da girmem. Değişik tarzlar, türler ve etnik müzikler dinlemekten çok hoşlanırım. Yani benim müziğim kendi deneylerimi ve kendimce buluşlarımı yaptığım bir müzik. Çeşitlilik olması çok normal. Üreten benim, yaratan benim ve seslendiren benim ve yapım olarak da insanlara sunan da benim. Alışıla gelmiş olarak herkesin Mersin’e gittiği bir yerde benim tersine gitmiş olmam şaşırtıcı olmaz yani. Anlayacağınız ben akıntıya kürek çekmeyi seviyorum.

Öyküleri kendi dillerinde anlatmanın hissini nasıl tarif edersiniz?

Evet, çok güzel bir duygu öncelikle. Ben herkes için empati kurmayı seviyorum. Bizim devrimci geleneğimizde bu yatar. Gittiğiniz, yaşadığınız yerdeki çevreyi algılamak, orada hayata katılmak, dilini öğrenmek, kültürünü tanımak ve saygı göstermek önemlidir. Bu sefer kendi devrimimi de gerçekleştirme fırsatım oldu tam da altmışıma merdiven dayamışken. İstedim ki çocuklarım, gençler ve yaşıtlarım hayatın her evresinde değişiklik yapılabileceğini, yeni insanlar tanıyıp dil öğrenebileceğini düşünsün, görsün. Hatta başka bir ülkeye gidebilirsiniz ve üretebilirsiniz… Şimdi bazıları diyecek ki Hollanda’ya gitti oradan konuşuyor... Hayır, bu böyle değil… Buradaki hayata katılmaya çalıştığınız süreçte yalnız kalabilirsiniz. İşinizi yapmak istiyorsunuz ama bu teknik bilgileri size sunacak birileri olmayabilir, hatta insanlar sizi sessizce izleyebilir... Öyle bir başınıza dünyanın neresinde olursanız olun hayat kolay olmuyor. Hele hele günlük işlerden ve kendi sorunlarından kafasını kaldıramayan bir insan topluluğunun içinde sanat yapmak çok daha zor. Gerçi benim için sanat ve müzik üretimi 36 yıldır hep zordu. Nerede yaşarsam yaşayayım. Bu zorluk beni bastırıp bitiremediğine göre galiba güçlendiriyor.

4 yıl bir albümün hazırlık süreci için uzun bir süre sanırım. Nasıl bir çalışma sistemi yürüttünüz?

Önce öyküler vardı. Anlatılan veya okuduğum ve de zamanla ezgilerle buluşan bu öyküleri kendi dillerinde anlatmanın o dilleri konuşan insanlara karşı da güzel bir el uzatma (dostluk) olacağını biliyordum. Çeviriler genel olarak uzun sürdü. Farklı dil karakterleriyle ahengi korumak ve de sonlandırmak için ayrı zamanlarda bir araya gelişleri de zorunlu kılıyordu. Ve bu hikâyeleri tekst olarak kendi dilleri dışında genel bir dünya dili olan İngilizceye de çevirmek gerekti. Farklı coğrafyalarda neler oluyor bir fikirleri olsun istedim bütün insanların. Bildiğiniz gibi, müzik edinme, paylaşma ve dinleme alanı dijital ortam ve cihazlar aracılığı ile gerçekleştirildiğinden ötürü CD devri kapandı neredeyse. Bir dönem CD yaygınlaşırken on yıllara damgasını vurmuş kaset teknolojisinin yavaş yavaş yok olmasını hatırlayın, aynı durum… Ve Youtube gibi platformlar hem albüm kapaklarını hem de şarkıların altında onunla ilgili içerik bilgilerini sunma yerine döndüler. Konumuza dönersek, “Sesen Muziek Youtube” kanalında şarkıların altında bu bilgileri bulabilirsiniz. Tabi bu arada albümün kapak ve kartonet görsellerini çizen sevgili Güler Akdemir’i de anmadan geçmeyelim. Çünkü sadece bu çalışmayla sınırlı kalmadı emeği. Kapak görselinden ürettiği animasyon tarzı hareketli çizimlerinden de yararlandım ve her şarkıya özgü videolar ürettim. Çok anlamlı ve hoş oldular. Başlarken ve ulaştırırken şarkılarımı insanlara, onun çizgileriyle de bütünleşti yani bu süreç.

kendi-devrimimi-gerceklestirdim-879739-1.

Bu albüm 35 yıllık müzik kariyerinizin neresinde duruyor?

Benim açımdan yeniden kendimi ürettiğim, değiştirdiğim, öğrendiğim tepe bir noktada duruyor. Bana ait olmayan başka bakış açıları da var elbette. Ama yaygın olan bir tane var ki. Müzik yapma isteğinizi neredeyse buruyor. Şunu iyi biliyorum; insanlar yeni bir üretimi, onun aslında kendisinde olmayan abartılı ışıltıyı, yetmedi bir diziyle veya popüler bir güdümle karşılarında bulmuyorsa… Şarkınızı dinlemekte zorlanıyorlar. Elleri, yürekleri, kulakları bir türlü varmıyor şarkıyla buluşmaya. Onları motive edecek başka düzen algıları var çünkü. Kötü de olsa popüler bir şeyin yanında, içinde haber olmanızı istiyorlar. Var olan durum bu. Ben albümümün kendi gücüyle yol alışından memnunum. Beni belki de çocukluğundan beri dinleyenleri tam mutlu etmiş olmasam da emeğime ve içtenliğime saygı duyduklarını biliyorum. Ve yeni şarkıların devamı gelecektir. Ayrıca varsın onunla tanışan kişi, öncesi beni hiç tanımamış olsun. İşte ne güzel… Yeni ve iradi bir keşfin unsuru olmak sahici bir şey. Özellikle gençler, hele genç müzisyenler öyle güzel yorum ve mesajlar gönderiyor ki, çok mutlu oluyorum. Bu anlamda yeni ve nitelikli bir dinleyici kitlesiyle buluşmak. Hani zamane deyimiyle az-öz ama “organik” büyümek daha sağlıklı ve keyifli galiba.

Islığı bir enstrüman hatta vokal olarak değerlendiren bir müzisyensiniz. Islığın müziğinizde nasıl konumlandırdığınızı sizden dinlemek isteriz…

Islık benim arkadaşım. Arkadaşınızla kurduğunuz ilişkide onu bir değerlendireyim derseniz kırılır. Islık benimle hep vardı ve bizim hüznümüzün gizli tanıklığını yapan masum bir eşlikçiydi. Zor zamanlarımızın sıkı bir yoldaşıydı. 1980’li yılların Metris ve Sağmalcılar zindanlarında bir çamaşır yıkama anında başlayan ve zaman zaman cezaevi duvarlarında yankılanan serüveni hâlâ devam ediyor… Bir albüme dönüşen yolculuğu sessiz sakindi… Ta ki bir hırsız, benim bir sahne ortamında çaldığım ıslığımı bütün dünyada satmaya başlayana kadar. Bu olmasaydı ben büyük olasılık onu yine özel yerinde bırakacaktım. Ama benim çeşitli ortamlarda çaldığım ıslıklarım bir pazarlama aracına dönünce ve de her seferinde mahkemelerle uğraşmak istemediğime karar verince “dur” dedim. Ve bir ıslık albümü yapma kararı aldım. “Efsane Islık”, “Nehir” vb. adlarla hırsızlığı yapılan “Dillirga” (Kıbrıs Halk Türküsü) 35 saniyelik performansım da dâhil dinleyiciyle buluşturdum, “Renkler ve Islıklar” adlı albümümü. Dünya ve çeşitli halkların ezgileri bir araya geldi bu albümde. Ardından ikincisini de yayınladım. Dünyanın her tarafından güzel tepkiler alıyorum. Çok seviliyor. “Renkler ve Islıklar”ın 3’üncüsü yolda. Önümüzdeki yıl çıkar. Özetle ıslığımın çıkış hikâyesi bu… Birçok müzisyen arkadaşımın albümünde de şarkılarına eşlik etti ıslığım. Onur Akın ve Mazlum Çimen gibi… Birçok grubun müziklerinde yine ıslığım insani dayanışmasını göstermiş oldu.

İSYANI İÇİNDE SAKLI DURAN BİR ŞARKIYDI

Hepsinin yeri farklı elbette ama yaptığınız şarkılar arasında Dokuz Altı Yolları’nın farklı bir tılsımı olduğunu düşünüyor musunuz? Neden bu kadar sevildi sizce?

Aslında bu soruya cevap vermek benim için zor. Çünkü ürettiği her şarkısına ayrımsız çocukları gibi bakan ve onları insanlara sevgiyle taşıyan bir müzisyen olarak ben de anlamaya çalışıyorum. Kişiden kişiye değişen bir konudur bu. Zevk, beğeni, estetik algı. Öte yandan şarkılarım benim tarihim gibidir. Bu eser ilk bestelerimden. Ve çalışan emekçi arkadaşlarımın ortamında filizlenmişti. Ve tüm emekçiler sevdiler onu. İsyanı içinde saklı duran bir şarkıdır. Tıpkı insanımız gibi. Belki bu yüzdendir. Onların iki dünya arasındaki, yani tutsak, bastırılmış ve umut dolu kişisel hayatlarıyla... Bu hayatı daha nitelikli bir yarına taşımak için geçilemeyen kolektif tecrübe arasında kalmışlığı müzikleştirmiş olmamdandır belki de.

Türkiye’deki müzisyenlerin salgın sürecinde yaşadıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

On binlerce müzisyen iyi kötü sahneden geçiniyordu. Fakat bu tamamen durdu. Çok içler acısı ama halkın da durumu aynı. İşsizlik, yetersiz ücret, açlık, hastalık, doğa katliamları, kadınların cinayetleri, kayıplar, SMA hastası bebeklerin ve ailelerinin çaresizliği, pahalılık, korkular, bir de üstüne pandemi. Müzisyenler kendi aralarında örgütlenemeyecek kadar çaresizler. Temsil eden kurumlar da keza öyle sahip çıkamayacak kadar çaresiz. Örgütlenmeden bir gelişme olmaz. Bu çok açık ortada duran bir konu.

Hollanda’da süreç farklı olarak nasıl işledi?

Son süreci kastediyorsanız, herkes gibi Avrupa halkları da yoksullaşma, pandemi gerekçeli hak gasplarıyla “demokrasi fakirliği” ve ırkçılığın kendini daha da hissettirdiği bir süreçte buldu kendini. Hani 90’+ dakikalarda yerde yatarak maçı kaynatan bir havadalar. Zaten birbirine zor sarılan toplumun selam bile vermekten geri kalmaya başlaması gelecek için kötü ipuçları veriyor. Fakat yine de en altta kalana zamanında düşünüldüğü için tariflenmiş haklar var ve bir nebze ayakta tutuyor. Kendini dünyanın efendileri sananlar her zaman kazançlılar ve bahçede yaşanan yangının içerde de devam edeceğini bildiklerinden bir adım önde gözüküyorlar. Ve insanları örgütlenme ve sosyal-siyasal konularda modern tüketim araçlarıyla ne kadar felç edip bencilleştirirlerse o kadar ömürlerini uzatacaklarını bildiklerinden, “yeni normal” adıyla hastalıklı bir düzen kurmaya başladılar. Sınıfsal örgütlenme, göçmenlik ve entegrasyon vb. konularda geri(leyen)den gelen yanımızla bu son tablo birleşince dünyanın bu yerinde olmak pek bir şey değiştirmez bence. Pandemi, problemleri de çözümleri de bir tık küreselleştirdi. Bu benim görüşüm.

Bana gelirsek, Hollanda’ya geliş sebebim, burada konservatuvarda (Codarts) okuyan oğlumdur. 2015 yılı sonunda bana ihtiyacı olduğunu belirtmesi ile başlayan bir süreç. Yani baba-evlat duyarlılığı. Ama bildiğiniz gibi oğlum da bir müzisyen ve biz burada önceden yaptığımız işlerimiz olan müziğe de birlikte devam ederek yol alıyoruz. Ve inatla bu işimizle hayatta kalmanın mücadelesini de veriyoruz. Onun dışında dili iyi konuşabilmeniz, meramınızı anlatabilmeniz ve yeni duygu ve düşüncelerinizi estetize edebildiğiniz şiirlere, şarkılara dönüştürmeniz ve de tabii ki işinizin gerekliliği olan kurumlarla ilişkilerinizi düzenleyebilir, yönetebilir hale gelmeniz süreci... Neredeyse 6 yılı buluyor bu öğrenme süreci. Tabii ki dil eğitimi için uzun ve zorlu bir yol kat etmiş oldum ve bu süreç hala da devam ediyor. Ama dünyanın farklı bir yerinin kültürünü, yaşayışlarını, inançlarını, dillerini öğrenmiş olmak çok mutluluk verici benim için.