Deprem, bu zamana kadar yazılan tüm tarihsel anlatıyı boşa düşürdü ve toplumsal çelişkiler belki de uzun süre sonra ilk kez bu kadar açığa çıkmış oldu. Çünkü bu kez kantarın taraflarında din - milliyetçilik - manevi değerler, neoliberalizmin yarattığı hırs, bireycilik, rekabet yok.

Kendi hikâyemizi yeniden kurabiliriz
Fotoğraf: DepoPhotos

İlda Alçay SEPETOĞLU

Gün geçtikçe depremin yarattığı yıkım daha da açığa çıkıyor. Hayır, yalnızca günlerdir yaşadığımız o tarifsiz acıdan, binlerce kaybımızdan, evsiz, umutsuz, geleceksiz kalan yakınlarımızdan, hiç tanımadıklarımızla paylaştığımız o hüzünden bahsetmiyorum. Aynı zamanda biz aynı acıda, telaşta buluşurken, kulaklarını tıkayanlardan, parmak sallayanlardan, not edenlerden, çaresizliğin tam ortasında bizi bırakan, ötekilerden bahsediyorum. Biz ve ötekiler. Halk ve karşısındaki bir avuçtan yani.


Deprem tam da bu noktada bir turnusol işlevi gördü. Siyasal-toplumsal çatlakları daha da derinleştirerek, iç içe büyüyen meşruiyet ve devlet krizinin açığa çıkmasında katalizör görevi üstelenmiş oldu. Bizi, ötekilerden ayırdı ve bizim bizden başka kimsemiz olmadığını gösterdi. Üstelik bu yalnızlığımızın nedeninin, yönetenlerin bir yetememe, yetişememe halinden değil, bilinçli bir tercih olarak, umursamayarak, sınıfsal-siyasal pozisyonlarına uygun olarak, olağan akışında yapmış olduklarını gösterdi. Rant için yandaşlara verilmiş ihalelerin binaları bir bir halkın tepesine çökerken, aslında koca bir düzen de muktedir olanların başına çöktü. Şimdi ayrım çok daha net. Çok daha uzlaşmaz.

6 Şubat’ın hemen öncesinde, neredeyse depremden bir gün öncesine kadar, Türkiye’deki tartışmaların hemen hepsi seçim odaklıydı. ‘Seçimlerde AKP gidecek mi, kalacak mı?’ esas soru buydu. Uzunca bir süredir özellikle sol sosyalist çevrelerde yürütülen, AKP sonrasının nasıl olacağına dair tartışmalar ise ana muhalefet ve çevresinde görmezden geliniyordu. Dahası, seçimler -bizler için ehvenişer seçimi olarak -AKP ‘ye koşut, gerici bir restorasyonla helalleşerek yola devam etmeyi işaret ediyordu. Türkiye’nin geleceği, yalnızca AKP’nin gönderilmesi meselesiyle tartışılıyordu.

Bunun altında belli başlı nedenler var elbette. Bunların en başında Türkiye toplumun sağcı-muhafazakâr bir toplum olduğu anlatısı geliyor. Toplumun tarihsel çelişkisi, laik toplumsal kesimlerle, onlardan neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca zulüm gördüğü iddia edilen, muhafazakâr kesimlerin ikililiği üzerine kuruluyor. Bu tarihsel-toplumsal okumaya dayanarak, günün sonunda AKP’nin geriletilmesinin politikası ‘endişeli muhafazakârları daha da ürkütmeyelim’ naifliğinden hizalanıyor. Ve bir tür sağcılık yarışında kendini buluyor. Toplum nezdinde sol ve ona ait değerlerin bir tür lanetli olarak algılandığı iddiası, düzen siyasetçileri eliyle sağcılık ve gericiliği yeniden üretiyor aslında.

Ancak bu tarihsel okuma tek başına bir yanlış değerlendirme sonucu ya da basit bir ön kabul değil tabi ki. Toplumun sağcılaşması, düzenin devamı için işlevsel bir araç olmuştur her zaman. Toplumu din, milliyetçilik, manevi değerler üzerinden böldükçe, esas çelişkileri; sömürüyü, geleceksiz ve güvencesiz bir hayatı, emek ve sermaye arasındaki uzlaşmazlığın boyutlarını da ortadan kaldırmış olursunuz. Böylece sermayenin lehine sömürü, en görünmez zeminde, düzenin çarklarını döndürmeye devam eder. İktidarın her sıkıştıkça dine dönmesi, devletin bekasını savunması, rantla ve talanla ülkeyi yok ederken, allahın adıyla açılışlar yapması tam da bu yüzdendir. Aynı şekilde iktidara talip ana muhalefet partisinin, AKP’nin yenilmesini hedeflerken, helalleşmeyle, gerici restorasyonu önümüze getirmesi, yoksullaştırılan halkın sorunlarına kalıcı sorunlar bulmaması da yine aynı sebeptendir.

Deprem tam da burada ayrım çizgisi oldu. Bu zamana kadar yazılan tüm tarihsel anlatıyı boşa düşürdü ve toplumsal çelişkiler belki de uzun süre sonra ilk kez bu kadar açığa çıkmış oldu. Çünkü bu kez kantarın taraflarında din - milliyetçilik - manevi değerler, neoliberalizmin yarattığı hırs, bireycilik, rekabet yok. Aksine, tek başına kurtuluşun mümkün olduğunu savunan piyasacı anlayışına rağmen, bireysel kaderimizin toplumsal kaderimizden bağımsız olmadığının altı kalın çizgilerle çizilmiş oldu.

Bunca yıkıntının ve çöküşün ardından belki de hafızamızda kalacak ve bundan sonrasını şekillendirecek olan tam da burası. Evet, bireysel kaderimiz toplumsal kaderimizden bağımsız değildir.

Bir gece ansızın şehrimizden geçen fay kırılmasının yarattığı deprem, yalnızca bir doğa olayı değil, sonuçları itibariyle toplumsaldır ve o toplumsallık, ertesi sabaha uyanıp uyanamayacağımızı belirleyecek kadar tekil hayatlarımızı etkileyebilir. Enkazdan kurtulamamak mesela, bireysel kaderimiz değildir. Kurtulsak da evsiz kalmak, geleceksiz olmak, yakınlarımıza bir mezar yeri dahi bulamamak, okuyamamak, gidecek bir okul bulamamak…Her birisi toplumsaldır, her biri başlı başına politiktir ve sınıf kaderimizle ilgilidir.

Yeniden Başlamak

Günün sonunda, depremin yarattığı çöküntü, 20 yıllık tek adam rejiminin iflasını da ilan etti ve Türkiye’nin geleceğinde yeri olmayacağını net olarak gösterdi. Bundan sonrasında Türkiye’nin bütün bu felaketler içerisinde nasıl kurulacağı meselesi önümüzde duruyor.

Siyasal ve toplumsal geleceğimiz buradan akıyor artık. Düzenin getirdiği yapay ayrımlara rağmen, yaratılan toplumsal dayanışma, örgütlü hareket ve kolektif ruh toplum olma reflekslerimizi yeniden harekete geçirmiş oldu. Siyasal mücadele yalnızca seçimden seçime oy verdiğimiz, parti liderlerinin hepimiz adına konuştuğu sınırlı demokrasiden çıkıp, yurttaşlık haklarımızı yeniden hatırladığımız, toplum-devlet ilişkisinin sınırlarını zorlayan, -farkında olarak ya da olmayarak- sınıf refleksleriyle talepler dile getiren yeni bir düzene taşınmış oldu. Bu düzen elbette ucu açık ve henüz belirsiz ancak kendi kaderimizi ne kadar belirlemeye talip olduğumuzla da doğrudan ilgili bir alan.

Bu yüzden şimdi seçimleri ve AKP sonrasını konuşacaksak eğer, söze önce buradan başlamalıyız. ‘Biz’ olabilmeyi nereden ve nasıl kuracağımızın bilgisi çok önemli. Ortak kaderimize, geleceğimize yüzümüzü dönmek, toplumsal dayanışma ve örgütlülük, tek adama karşı çoğunluğun politik itirazı olarak örgütlenmelidir. Önümüzdeki süreç sadece AKP’den kurtulmakla sınırlı değil, yarının Türkiye’sini kurma meselesidir.

Türkiye’de ticarileşme, sermaye düzeninin ihtiyaçlarına yanıt verecek politikalara dönüş, özelleştirmelerin sürdürüldüğü, radikal bir dönüşümün hayata geçirilmediği bir düzlem, Türkiye’nin büyük krizinden çıkışı ve yeniden kuruluşu için asla yeterli olmayacaktır. Tam da bütün özelleştirmeleri sonlandıracak bir dönüşüm, tekrar kamuyu ayağa kaldıracak, bunu yaparken toplumun kendi yaşamı hakkında söz sahibi olacağı bir dönüşümdür. Türkiye’nin yeniden kuruluşu bu 20 yıla iktidar olan bilimden akıldan uzak, toplumu kör bir cehalete sürükleyerek yönetmeye çalışan tarikat ve cemaatlerle kol kola girmiş gericilik yerine, bilimi ve aklı egemen kılacak bir toplumsal aydınlanma mücadelesidir.

Bu noktada özellikle sosyalist solun üzerinde düşen sorumluluk oldukça büyük. Deprem bölgesinde olağanüstü bir çabayla kurulan dayanışma merkezleri ve bu merkezlerdeki faaliyetler uzun vadede toplumsal örgütlenmenin nüveleri aslında. Depremden sonra şehirler yeniden inşa edilirken, mahallelerde yaratılan komiteler/kolektifler yurttaşların ‘Nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz?’ sorusunu, daha geniş bir düzlemde ‘Nasıl bir memlekette yaşamak istiyoruz?’ sorusuna dönüştürebilmelidir. Yerellerde biriken söz ve irade, uzun vadede kamucu, demokratik, planlı bir toplumsal politikayla birleştirilmelidir. Çünkü artık mesele yalnızca AKP’nin gönderilmesi değil, bir yaşam mücadelesi, yeniden kuruluş hikâyesidir.