Mine Söğüt, yeni kitabı ‘Başkalarının Tanrısı’nda yarattığı anti kahramanlar aracılığıyla okuru şaşırtmayı ve düşündürmeyi başarıyor. Söğüt, “İktidara kötü demek ne kadar kolaysa tanrıya kötü demek de o kadar zordur” diyor.

Kendi hikâyesini yazan hiç kimseler
Mine Söğüt

Deniz Zeka-Meltem Sezen Kılıç

İnsan içinde bulunduğu, etkileşime girdiği her şeyden bir parçayla hikâyesini oluşturur. Aslında bir başkasının hikâyesidir insan. Parçası olunan her hikâye, bir zaman sonra tanrısı olur insanın. Kahramanlarla çevrili bir dünyada, kahraman olmak için ve görünür olmak için verilen mücadele bireyi köleleştirir.

Bu kapsamda Mine Söğüt ile yeni kitabını ve anti kahramanlarını konuştuk.

Kitabın adı ‘Başkalarının Tanrısı’. Kitabın adındaki ‘tanrı’ sözcüğünü iktidar olarak mı okumamız gerekir?

İktidarın tüm olumsuzluklarını tanrı kavramında kutsallaştırarak dokunulmaz kılan insan aklının kurnazlığı yüzünden biz tanrı-iktidar ilişkisini hiçbir zaman en gerçekçi haliyle kurmaya cesaret edemeyiz. Tabi ki tanrı iktidar demektir. Belki daha da doğrusu iktidar tanrı demektir. Bunu biliriz ama iktidara kötü demek ne kadar kolaysa tanrıya kötü demek de o kadar zordur. Onu da maalesef çok iyi biliriz.

Toplumda var olan sorunları, görmezden geldiğimiz, kayda almadığımız insanlar aracılığıyla anlatıyorsunuz. Neden karakterleriniz sokak insanları?

İnsanın en yalın hali sokak halidir. İnsana, insanlığının tüm görece meziyetlerinden sıyrılmış, yoksulluğun tüm vahşiliğini kuşanmış ve kaybedecek şeylerin listesini en aza indirmiş halinden tekrar bakmak için kahramanlarımı sokak insanı olarak yarattım. Bir gazete yazısında “Bazen sokaklar evlerden daha güvenlidir” yazmıştım, ortalık ayağa kalkmıştı. Sokaktan korkan ve evi güvenli belleyen ve evlerin içinde birbirlerine türlü eziyetler yapan insanın paradoksunu görmezden geldiğimiz için çözemediğimiz sorunlara bambaşka bir perspektiften bakabilmek için kahramanlarım bu romanda evsiz sokak insanları.

Tekinsiz bir ortamda güvenli ilişkiler kurabilen bir grup sokak insanı üzerinden verilen mekân-insan ilişkisi ile okuru ters köşe yapıyorsunuz. Kendimizi hapsettiğimiz ve ev dediğimiz bu duvarlarımızı sorgulamak mı gerekiyor?

Bu sorgulamayı yapmadan geldiğimiz noktada yaşanılan tıkanıklıklar artık bu kadar netken, bence tabii ki artık evi de, aileyi de, devleti de... Hepsini gözünün yaşına bakmadan sorgulamak gerekiyor. Toplumsal ahlakın da yasaların da pozitif bir önyargı ile ‘güvenli’ olarak tanımladığı evlerin içlerinde yaşananların ne kadar tehlikeli olabileceği hakkında artık yeterince tecrübemiz olduğuna göre bu sorgulamayı acımasızca yapmak için ehliyetimiz de var demektir.

Efsun, Adnan, Musa, Matruşka, Hülya. Bu beş kişi gibi hiç kimse olabilmek mi özgürleştirir insanı?

Kaçtıkları hayatın dayattığı yanlışı bu paralel hayatlarında ısrarla tekrarlayan ve yeniden aile olmaya çalışan bu insanlar bence özgürleşmenin değil aksine alternatif bir hayatta bile özgürleşmeyi başaramamanın simgesi. Hiç kimse olmuyor değil onlar. Anne oluyorlar. Baba oluyorlar. Arkadaş oluyorlar. Sevgili oluyorlar. O yüzden de birey olamıyorlar. Çünkü insanı gerçekten özgürleştiren tek şey, birey olmaktır. Bağımsız bir birey olma bilincine en yakın olan Musa’nın özgürleşmeyi nasıl başaramadığının hikâyesidir bu romanda anlatılan.

kendi-hikayesini-yazan-hic-kimseler-1041234-1.

Adnan üzerinden anlattığınız hafıza kaybıyla toplumsal bir alegori mi yapıyorsunuz yoksa bireyin özgürleşmesinin metaforu mu ortaya koyduğunuz?

Adnan karakteri üzerinden sorgulanması gereken daha öncelikli şey, bence kimliklerdir. Kimlik özgürleşmenin önündeki en sinsi engeldir. Kürt ya da Musevi ya da çingene olduğunuzu bilerek büyüdüğünüz bir dünyada, gerçek anlamda bir özgürlüğün yanına bile yaklaşamazsınız ya da baba ve anne kimliklerini yakanıza taktığınızda. Adnan kim olduğunu hiç bilmiyor ve aslında öğrenmek de istemiyor. Hele yeni bir kimlik kazanmayı hiç arzu etmiyor. O yüzden bu beşlinin arasında herkesten uzak, ayrıksı duruyor.

Bir kadın, doğurduğu bebeğini çöpe atarken toplumun ahlak anlayışı dışında kalan fahişe Hülya ve Efsun ona annelik yapıyor. Toplumun birçok kesiminden tepki görebilecek bu kurguyla toplumun kadın ve annelik kimliklerini algılayışıyla ilgili neleri sorgulatmak istediniz?

Hiçbir şeyi sorgulamasınlar, o kadınları, o adamları, o aşkları, o sevişmeleri sorgulamadan, olduğu gibi sevsinler istedim. Niyetim anneliği kutsallaştıran ve kaltaklığı asla affetmeyen toplumun tabularını bu açıdan yerle bir etmek değildi. Kaltaklar da iyi anne olabilirler demekten öte bir çocuğu sahiplenirken alınan yüklerin ve sorumlulukların üzerine düşünülmesini sağlamaktı.

İnsanın eyleme geçişi ya da geçemeyişinde kaybetme korkusunun rolü nedir?

Başrolde bir korku olduğu kesin ama bu kaybetme korkusu mu tam emin değilim. Çünkü asıl, harekete geçmedikçe kaybediyor insan. Kaybetmekten gerçekten korkuyor olsa, böyle pasif duramaz. İnsan sanki kazanmaktan korkuyor. Kendi kaderi hakkında söz sahibi olmaktan korkuyor. O sorumluluğu almaktan korkuyor. Ve bu yüzden sahip olduğu her şeyi, sağlığını, aklını, özgürlüğünü, sağduyusunu vs gönüllü olarak mütemadiyen kaybediyor.

Kitap boyunca idealize edilen makbuldur anlayışına yaptığınız eleştiriler çok çarpıcıydı. Okuyucunun içinde yaşadığı toplmsal kabulleri sarsmaktaki amacınız nedir?

Sarsmanın amacı hep bellidir, kendine getirmek. Kendisi olmaktan korkan insanları kendisine getirmek için onları ara ara sarsmanız gerekir.

Musa karakterinin toplumun kendisine yüklediği kimlikleri terk ettiğini görüyoruz. Bu kurguda Musa’ya neden yer verdiniz? Musa olmasa kurgunuzda anlatmak istediklerinizden ne eksik kalırdı?

Musa öteki tarafla bu taraf arasında bir köprü. Biz Musa’dan geçmeden diğer tarafa gerçek anlamda ulaşamayız. Sıradan insanın rutiniyle sıra dışı insanın kaosunu birbirine bağlayan karakter o. Aynı zamanda içimizi ve dışımızı bize aynalayan bir karakter. O yüzden de kilit karakter.