Aynı zamanda romanın başkahramanı da olan Murat Kahraman, Doğan Katliamı’nda ailesini katleden, evlerini yakan ve 33 kişinin öldürüldüğü Başbağlar Katliamı’na katılan, onlarca cana kıyan bir tetikçiyle yüzleşiyor. Toprağın, suyun yasına ortak olmaya çağırıyor.

Kendi onurumuz için onun onurunu da korumalıyız

Volkan ATEŞ

Yazar Murat Kahraman gerçek hayat hikâyesinden oluşan romanı “Bitmeyen Veda”da ailesinin katledildiği “Doğan Katliamı” özelinde 1990’lı yılların Dersim’inde yaşanan acı gerçekleri çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Aynı zamanda romanın başkahramanı da olan yazar ailesini katleden, evlerini yakan ve 33 kişinin öldürüldüğü Başbağlar Katliamı başta olmak üzere onlarca kişinin canına kıyan bir tetikçiyle yüzleşiyor. Güçlü tasvirler ve şairane bir dille yaşananları aktaran Kahraman, bu yüzleşme boyunca okuru, çürütülen, kirletilen ve ayaklar altına alınan duygu ve değerlerle yüzleşmeye davet ediyor.


Anlatmak yarayı gerçekten iyileştirebilir mi? Yahut anlatmanın travma üzerindeki etkisi nedir sizce?
Yazmak tedavi edici diyorlar, bunu tam olarak yaşamadım. Yaşanan eğer birinci tekil şahsın bedeninde hissettiği bir acı ise yazmayı kişinin eline aldığı hançeri kendi yarasına batırıp bükmesi olarak anlayabiliriz. Yazmaktan ziyade doğru anlaşılmak tedavi edicidir. Fransız bir düşünür, ‘insan doğarken bedeninde taşıyacağı acıyla doğar’ der. Acı artık bireysel değil kolektiftir. Biz doğarken bedenimizde ömür boyu taşıyacağımız acılarla doğuyoruz. Eğer söz konusu acı başkalarınınsa, insan kendisinden de katıp ilaç maiyetine kullanabilir yazmayı belki. Bana gelince yarayı kanattığım için çok acı çektim. Nasıl acı çektiğimi anlatmak istemiyorum. Çaresiz, yoksul ve kimsesiz kalan insanların acısı uyutmadı beni, yemekten kesildim. Kendimi Alp Dağları’na vurdum. Oraya sığındım. Çıplak ayaklarımı toprağa koyarak sabahladığım geceler oldu. Çıldırmamak için o acıyı toprağın emmesini istedim. Toprak kustu acıyı.

Bu kitabı yazmak, katile ve katillere verilen bir cevap mı sizin için? Yoksa kendi hikâyenizi daha iyi anlamak ve kendinizi açmak mıydı amacınız?
PEN’e üye olduğum zaman İsviçreli yazar ve PEN’de görevli bir kadın hikâyeyi kabataslak biliyordu. İlk toplantımızda bana PEN etiketli bir kalem hediye ederken “Bu kalem senin silahın, al bununla milyonlara mektubunu yaz” demişti. Bu söz bana fena dokunmuş ve düşündürmüştü beni. Kötülüğü, kötü bir koku gibi üstümüze sindirenlerin hiç utanmadığını fark ettim bu sürede. Utanmak, pişmanlık duymanın ilk adımıdır. Yaptığı kötülüklerden pişmanlık duymayan birinin vicdanı yoktur. Bu durum, ne yazık ki kötülüğe kılıf uydurmanın meşru görüldüğü zeminlerde gelişir. Bitmeyen Veda kitabında Çino’nun sorgusunda en son şu soru soruluyor kendisine:

“Hiç vicdan azabı duydun mu?”

Devamı da şöyle geliyor:

Onlarca kişiyi katleden tetikçi “Hayır hiç bunu düşünmedim “diye cevap verdi. Ne önemi var diye sorabilirsiniz ama verdiği bu cevap yıllarca kafama takıldı. Kadın, çocuk, yaşlı ve genç katleden, evleri yakan ve hayvanları dahi yakan biri nasıl hiç pişmanlık duymaz ve vicdan azabı duyamaz? Bunu o kişinin ya da kişilerin kötülüğüne bağlarsak, devlete benzeyen kirli sistemin rolünü kaçırmış oluruz. Dolasıyla nasıl bir intikamdan bahsediyoruz? Tetikçileri alıp öldürmek mi yoksa o cehennemi yaratan devlet aklını açığa çıkarmak mı olmalı işimiz?

Memleketinizden uzakta yaşıyor olmanız yazım sürecini etkiledi mi?
Sürgün üzerine çok şey yazılıp çizildi. Mutlu sürgün daha dünyaya gelmemiştir fakat sürgünün kişiden aldıkları ve kişiye verdikleri vardır. Verdikleri, kaybettiği ve uzaklaştığı değerini hatırlatır insana. Kitabın ismini Bitmeyen Veda koydum; çünkü ülkemden kopamamıştım ve vedam bitmemişti. Bedenimi buralara sürükledim ama ruhum oralarda. Oralardan kopmak için kendimle mücadele ettim, kendime de kızdım ama ruhumu oralardan getirmeyi beceremedim. Çünkü hayatta en çok sevdiğim yakınlarımı, arkadaşlarımı ve yoldaşlarımı o topraklarda kaybettim. Kitabı ben yazdım, ama kitab yalnızca bana ait değil. İçindeki hikâyenin kahramanlarına ait. Bu sesi en iyi Tekin Yayınevi’nin yayacağını düşündüm. Buna vesile olan İbrahim Varlı’ya teşekkürlerimi sunuyorum.

İnsanların gördüğü işkenceleri, canice katledilme biçimlerini detaylı şekilde anlatıyorsunuz kitapta. Bunları okumak bile insanın canını çok acıtıyor.

Tekrar yazmaya karar vermek, bedenimi bir kömür gibi yakan acıyı kucağıma indirmeme neden oldu. Doğru anlaşıldığı zaman, omzunu eğen ağır yükü de indirmiş oluyor insan. İnsana sığınmaktan başka çaremiz yok. Tanrılara ulaşacak bir merdiven icat edilmedi henüz. Bu tür anlarda vicdanlı ve iyi insanlar sığınak görevi görürler. Okuyanların emeği ve çabası da çoktur üzerimde. Sayısız güzel ve vicdanlı insanın varlığı hem güç veriyor hem de onların bana güvenmesi tedavi ediyor beni. En önemlisi de edebiyatın iyileştirici gücü devreye giriyor burada.

“Kendi onurumuz için onun onurunu da korumalıyız” diye başlıyorsunuz romana. Karşı tarafın onursuzca yürüttüğü bir savaşta bu söz tam olarak nereye tekabül ediyor?
Bunun birçok cevabı var ama en doğru ve temel olanı şudur: Eğer düşmanınızın onurunu ayaklar altına alırsanız ve onu rencide ederseniz kendinize kötülük yapmış olursunuz. Babamı, ablamı ve çocuk yaştaki kız kardeşimi katleden, evimizi yakan ve aynı zamanda onlarca sivilin ölümünde doğrudan parmağı olan tetikçiyi halk mahkemesinde sorguladığımız zaman hiç kimsenin onu rencide etmesine ve ona işkence yapmasına izin vermedim. Halbuki bu benim içimde de ukdeydi. Aileme “neden” bu vahşeti yaptığı sorusunun cevabını öğrenmek için yanıp tutuşuyordum. Hatta 96 ölüm orucu direnişinde hastaneye kaldırıldığımızda baygın düştüğüm bir an, “Ölmeyeceğim, hesap soracağım” diye sayıklamışım. Bu sözü ablam Zeynep’in yaralı hâlde can çekişirken beddua ettiği Çino için söylemiştim. Onun ölmemesi için çok temennide bulundum. Amacım onu sağ ele geçirmek ve o vahşetin tüm ince ayrıntılarını öğrenmekti. İşte bu kitapta bu ve buna benzer acıların ayrıntısını okuyorsunuz. “Ölemeyeceğim” diye sayıklamaktan “Artık rahat bir şekilde ölebilirim” diye mırıldanmaya döndü artık bedenim. Zeynep’imin vasiyetini yerine getirmiştim.

Kitabın içinde alttan akan bir aşk hikâyesi de var. Devrim olmadan imkânsız mıdır aşk?
Devrim tutkusu zaten aşkın kendisidir. Kişinin kendisi için bir şey istemediği karşılıksız bir aşktır hem de. Aşkın zamanı, sınırı ve çizelgesi yoktur. Devrimci mücadelenin aşkı daha da güzelleştirdiğini düşünüyorum. Kendi doğallığı içinde yaşanan aşklar güzel ve anlamlıdır. En güzel aşk da kavuşulmayan aşktır. “Sevdiklerim erken ölüyor Şare. Seni seversem sen de ölürsün” diyen korumacı bir tutum var kitapta. Fakat bu iki kişinin eli birbirine hiç değmemiştir. Daha sonra da değmedi. Şare zaten evlenmedi ve bir daha kimseyi sevmedi. Ben böyle aşka saygı duyar, önünde eğilirim.

“Hayat savunmasız bir kuzu, insanoğlu ise aç bir kış kurduydu.” Böyle bir cümle geçiyor kitabınızda. Halbuki hayat değil midir insanı gafil avlayan, canını yakan?
Kitabın içindeki bir diyalogda geçiyor bu cümle. Bu sözün anlamı orada daha net oturuyor. İnsan dünya denen gezegeni cehenneme çevirdi. Henüz başka gezegenlerde hayat keşfedilmedi fakat bu gezegendeki “hayat”lara insan istediği gibi, gücünün ve keyfinin el verdiği oranda ayar veriyor. Koronavirüs denen gözle görünmeyen bir canlı dünyayı titretirken, temiz içme suyundan mahrum 1 milyar yoksul insan ve açlıktan ölen milyonların çaresizliği görülmüyor. Sosyalist sistem bu yoksul insanların umuduydu ama o da insanların umuduna ihanet etti. Kısacası dünyayı yöneten elit bir tabaka milyonların hayatına yön verirken, hayatlar savunmasız değil de nedir?