Saray rejiminin kendisine dair “işte, özü tam da bu” dedirtecek bir adım atmadığı gün geçmiyor.

ABD’de “dolandırıcılık için kumpas kurmak”, “bankacılık sisteminde sahtekarlık yapmak” ve benzeri suçlamalarla hapis yatan Hakan Atilla ülkemiz borsasının başına getirildi. Yolsuzlukla algısı özdeşleşmiş olan Egemen Bağış’ı ülkemizi temsilen büyükelçi yapan zihniyetin aynısı. Haydarpaşa ve Sirkeci Garı ihalesinde de rant temelli yandaş düzendeki ısrarıyla aynı yerden besleniyor.

Dün de öyleydi, bugün de. Özünü inkar etmiyor. Her şeyi siyasileştiriyor. Yeni bir rejim inşa ediyor.

Aynı esnada coğrafyamızın farklı köşelerinde “öteki” siyaseti sonuç veriyor. “Öteki”, Konya’da belediyenin otobüs duraklarına farklı inançlara sahip insanlarla dost edinilmemesi yönündeki ilanlarda su yüzüne çıkarken, Doğu ve Güneydoğu’da kayyumlarla gasp edilen seçmen iradesinde somutlaşıyor.

Neoliberalizm, piyasalara aşırı teslimiyeti ve onu tamamlayan bir toplumsal dönüşümü barındıran ekonomi politiğinin sonucunda çöküşle karşı karşıya. Temsilcileri ise çareyi “öteki”leştirmekte buluyor. Yıkımın altında ezilenlerin düzene tepki koymasını engellemek için bir günah keçisi ortaya atıyor. “Öteki” bazen mülteciler, bazen farklı inançlara sahip olanlar, farklı yaşam biçimlerini seçenler veya farklı etnik kökenden gelenler oluyor. “Öteki” farklı ama siyasi hat hep aynı.

Ötekileştirme siyaseti ile neoliberal ekonomi politik kendisini var edebilecek bir kısır döngüyü de böylece yaratıyor. Her yerde…

Öte yandan bu bilindik tespitlerden ortaya çıkan, yanıtının bizlerde yatması gereken sorular cesaretle ve netlikle ortaya konamıyor bir türlü. “Şimdi sırası değil” ile üzeri örtülüyor hemen.

Sosyal demokrasi altında milyonların ezildiği bu yıkıma çare üretebiliyor mu? Neoliberal düzenin yıkımı karşısında biz ne yapmalıyız? Bizim siyasi hattımız nedir, neye dayanır? Biz kimiz? Bu sorulara yanıt vermeden “ne yapmalıyız” sorusunun yanıtı etrafında buluşmamız zorlaşıyor.

Bu tartışma dünyada da Avrupa’da da büyüyor ve Türkiye açısından da yaşamsal önemde… Bir kritik eşikteyiz. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sosyal demokratların önünde hem tarihi bir fırsat hem de telafisi imkansız tarihi hatalara tekrar tekrar düşme riski bulunuyor.

Sarayın, neoliberalizmin, neofaşizmin ikliminde soralım: Sosyal demokrasi hangi ilkelere dayanır? İlkeleri ile her kimliğin kendisini özgürce içinde bulacağı kapsayıcı bir düzeni mi hedefler, yoksa sağ tarafından dayatılan kimlik siyasetine teslim mi olur? Hangi sınıfsal tercihlere dayanır, hatta sınıfsal özelliği halen var mıdır?

Hadi bir de, daha daraltalım, kendi coğrafyamızın kritik ikliminde soralım:

AKP kendince yorumladığı milliyetçilik kartı ile toplumsal muhalefeti böldüğünde ve kendi iktidarını en sıkıştığı noktalarda yeniden ürettiğinde buna karşı nasıl bir tutum alınacak? Bu siyasete hizalanarak, “AKP’nin bunu kullanmasını” engellemeye mi çalışmalıyız? Yoksa cepheden bir karşı çıkış mı sergilemeliyiz?

Ya da AKP’nin dini kimlikler üzerinden kurduğu siyasetin öngördüğü toplum modeline karşı sessiz mi kalacağız, yoksa açıktan laikliği, demokrasiyi, ilerici prensipleri savunan ve tüm kimlikleri kapsayacak ilkesel bir karşı güç mü üreteceğiz?

En kritik noktalarda, kendi ideolojik pozisyonumuzu terk etmeyi ve aslında siyasetsizleşmeyi mi seçeceğiz? Yoksa herkesi içeren bir düzenin ancak sosyal demokrasinin temel değerleri üzerinde yükselebileceği tezinde ısrar edip, böyle bir geleceği mi geniş tabanlı olarak örgütleyeceğiz?

En önemlisi de neoliberalizmin ve AKP düzeninin ezdiği kitlelere, topyekün politik ekonomisi ve toplumsal sözleşmesi ile nasıl bir gelecek tarif edeceğiz?

Cesaretle sorup, tartışarak ve birbirimizi ikna ederek yanıtlamamız gereken pek çok soru var. Şimdi tam zamanı.