Kişilerin gerçekte tasarımlarının ne olduğunu ancak içsel engellerine bakarak anlayabiliriz. Adam Phillips’in ‘Öyle Böyle’de yazdığı gibi, yürüyüş yapan biri için yürüdüğü yolda karşısına çıkan yalçın kayalık bir engeldir ama yürüyüş yapan kişinin niteliğine göre o engelin anlamı farklılaşır. Bir dağcı, karşısına çıkan yalçın kayalığı nasıl aşacağına dair planlar yapar hemen, bir ressamsa kişi o kayalığı bir engel olarak değil de resmi yapılacak bir manzara olarak görebilir.

Engellerin psikoterapideki anlamı, belirleyici öneme sahip. Bir kişi nasıl oluyor da daha iyi yaşamasını önleyen engeller üretiyor içeride, ya da kendisi mi üretiyor o engelleri? Arzular mı engellere neden olur, yoksa engellerin bizatihi kendisi mi arzuların asıl yaratıcısıdır. Örneğin Baroların Ankara’ya yürüyüşü engellenmiş durumda, yağmurun altında avukatların itilip kakılmasına tanık olduk. Avukatları engelleyen barikatlar, daha yoğun bir biçimde adalet ve demokrasi arzusunu mu ortaya çıkaracak, yoksa öğrenilmiş çaresizlikle o arzu bütünüyle sönümlenecek mi?

Sanırım, asıl engel, insanın kendine inanmayı bırakması. Danışanlar bazen şöyle söylerler: “İyi güzel söylüyorsunuz. Söylediklerinizin doğruluğuna inanıyorum, ama değişeceğime inanmıyorum, çünkü kendime inanmıyorum.” Sürekli çalışma programı yapıp o programa uymayan bir öğrenci düşülenelim. Çalışma programını uygulayamadıkça kendine olan inancını kaybetmesi olası. Sonra bakıldığında gerçekçi olmayan bir program hazırladığını görürüz ve asıl önemlisi arzusunun çalışmak olmadığını ya da arzusuna inanmadığını, o arzunun başkalarına ait olduğunu, kendisi için değil de başkaları için çalıştığını… Biraz daha yakından bakınca, çalışmayarak kendisini ya da anne babasını cezalandırdığını, tümgüçlülük yanılsamasından vazgeçemediği için gerçekçi planlar yapamadığını görürüz. Bir yandan da şöyle bir durumla karşılaşırız çalışmayan öğrencide: Şimdi çalışmadığı için sınavı geçemediğini biliyoruz. Ya çalışıp da sınavı geçemezse?.. Bu durum, roman yazmak isteyip de yazamayan birinin durumuna benziyor. Fantezi düzeyinde, roman yazarsa Nobel alacağını düşünüyor. Eğer yazıp Nobel alamazsa, iyi bir yazar olmadığını düşünecek. Bu yüzden eli kaleme gitmiyor. Çok istiyor ama yazamıyor, çünkü yazacağı şey muhteşem bir şey olmalı. Yazmadığı sürece, fantezi düzeyinde Nobel adayı bir yazar olmaya devam edecek. Ya da, her zaman kendisi için en ulaşılmaz kadınlara ya da erkeklere aşık olan birini düşünelim. Gerçekte o kişi, ilişkiden korktuğu için mi ulaşılmaz olanı arzular? Fantezi düzeyinde o kişiyle zaten bir aşk yaşamaktadır ve ilişkinin getirdiği bütün sorumluluklardan muaftır. Adam Phillips de, benzer bir örnek veriyor kitabında, ulaşılmaz gördüğü kadınlara âşık olan kişiyle ilgili: “İlgi duyduğu kadınların onları belki de ondan koruyabilecek adamlara sahip olmasını biraz güven verici bulduğu konusunda hemfikir oldu. Onun da daha güçlü bir adam tarafından korunmak isteyip istemediğini merak ettim. Sanki bir özdeyiş, bir atasözüymüşçesine, eğer bir erkek istiyorsan gidip bir kadını elde etmeye çalış dedi.”

Arzumuz, bazen engelin kendisi de olabiliyor. Engeller olmadan bir arzuyu düşünmek, gerçekten de mümkün değil. Kendimize inanmaksa, bütün arzuların hayat bulduğu yer olsa gerek…