‘Bizde art brut çizgisinde eser veren sanatçılar kimlerdir?’ denilse, resimde Semiha Berksoy heykelde Necdet Kırımsoy derim. Bu çizgide sanat yaratanların ruh sağlıkları bozuktur: Birer akıl hastalarıdır. Ama bildiğim kadarıyla Berksoy ve Kırımsoy bu anlamda birer hasta değillerdi. İşin iç yüzünü bilmiyorum tabii…

Kendini ya da kendine yontan: Necdet Kırımsoy

ERDAL ATEŞ

Sanat eğitimi, yaratıcılığı iğdiş eder, öldürür. Bunu yıllar sonra daha iyi kavradığımı, algıladığımı sanıyorum. Bu düşünce, hissiyat, yaklaşım doğal olarak beni okula, sanat eğitimine bulaşmamış kimi sanatçılara ve eserlerine daha yakınlaşmamı sağladı. Sanat eğitimi bilindik, çiğnenmiş bir yoldur ve bu yola girenler bilinen kalıplar ekseninde düşünür ve yaratırlar. Otodidakların ise yolu değil yolları vardır ve bu yollar bilinmezdir ve çoğu zamanda tekin değildir.

Necdet Kırımsoy da kendine has bir yolu ve dünyası olan bir sanatçılardan. Hannibal’a nâzire yaparak söylersem, Kırımsoy yeni bir yol bulmuş ya da yeni bir yol açmıştır kendine. Sanatçıyı yıllar önce -eşi Doris Hanım vasıtasıyla- Ankara’da tanıdım. Bahçelievler’deki evinin altındaki atölyesinde kendisi ile iki kez sohbet etme imkânım oldu. Heykellere odaklanırdım ve onun varlığını unuturdum sanki. Pek konuşkan biri değildi. Bana öyle gelmişti. Bir de ciddi sağlık problemleri vardı. Konuşmalarını tam anlayamıyordum. Zaman zaman eline bir heykelini alır ve bana bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Anlattıkları kesik kesikti. Bütünlük kurmaya çalışırdım. Atölyesinde yurdun çeşitli yerlerinden toplanmış taşlar vardı. Daha çok da deniz ve dere yataklarından toplanmış taşlar. Kimi taşlar üzerine kısa bilgiler vermişti. Çok sevdiğim taşlara farklı bir gözle bakmaya başlamıştım. Her taşın kendisi bir heykeldir aslında. Sanıyorum ki sanatçı da buradan baktı ya da yola çıktı. İster istemez bu bakış, taşa odaklanmayı onu alımlamayı, yorumlamayı doğuruyor. Böyle olunca her taş kendine özgü bir varlık, yaratı olarak ete kemiğe bürünüyor. Kırımsoy’un atölyesinin her köşesi envai çeşit taşlarla doluydu. Yurdundan, yuvasından koparılmış taşlar. Doğal ortamlarında sıradan olan bu taşların bir sanatçı atölyesinde sıra dışı görünümleri vardı. Béatrice Lenoir’ın Sanat Yapıtı’ndaki bir saptamasını dillendirmek gerek tam da burada: “Taş, yolun üzerinde durduğu sürece sanat yapıtı değildir ama bir sanat müzesinde herkesin bakışına sunulduğunda sanat yapıtı olur. Yolun üzerinde genel olarak hiçbir simgesel işlevi yoktur. Oysa müzede, özelliklerinden bazılarını örnekler –örneğin biçim, renk, doku özelliklerini.”

Evet, bir dere yatağındaki taşla bir atölye ya da müzedeki taşın işlevi farklıdır. Tıpkı Jacques Villiglé’nin dekolajları gibi. Kırımsoy’un taşları dekoratif bir beğeniyle değil plastiksel bir algıyla seçilmiştir. Eserlerine baktığımızda şunu görürüz: Taşa müdahale ederken (keserken, oyarken, delerken) çıkış noktası, taşın kendi varlığıdır. Bunun altında yatan itki, taşın gerçekliği, hikâyesidir. Taşla hemhâl olma hâlidir. Sanatçı aynı zamanda takılar da yapar. Küçük çakıl taşlarından yaptığı takılar birer küçümen heykeldir: Heykel-takı. Bu çakıl taşları ile yaptığı çalışmalarında çocuksu bir oyun başattır.

Kırımsoy’un heykellerine dair bana anlattıkları toplumsal ve felsefik temelliydi. Sanatçı ayrıksı bir bakış açısına ve formasyona sahipti. Bir mimar olmasının taşa, taşın yapısına, dokusuna yaklaşımında heykel pratiğine etkisi, katkısı elbette vardır. Bundan dolayı belki de taşa dokundu ve onu biç(imlendir)meye koyuldu. Taşlar, özellikle de deniz taşları insana sevimli ve çekici gelir. Ama iş onlara bir işlev yüklemeye, onları bir heykele dönüştürmeye gelince işin rengi değişir. İşte tam bu noktada Kırımsoy’un yaratıcılığı başlıyor. Atölyesinde birkaç kere onu çalışırken izledim. Taşları deliyor, kesiyordu aletleriyle. Yanı başında da birası vardı. Acaba elini, parmaklarını yaralar mı, diye düşünmüş ve ürkmüştüm biraz. Ama parmaklarından, hareketlerinden bu konuda çok usta olduğunu anlamıştım.

Taş, üzerinde çalışıldıkça, anlam ve plastiksel anlatılar doğuran çok katmanlı ve gizemli doğal bir nesne. Taşın bedenine, tenine yapılan her müdahale ile sanatçının imgelemi de yeni imgelere eviriliyor. Sanatçının heykellerinde taşa eklenmiş -çoğunlukla da metal- yapılar kendini gösterir. Eserleri bu dünyanın dışında düşsel canlılar gibidir: Yabancı ve yabanıl. Art brut çizgisinde ilişkilendirmiştim birçok eseri ama bunun üzerine ciddi olarak düşünmemiştim. Sanatçının kızı, dostum Deniz Kırımsoy’la ile heykeller üzerine sohbet ederken Deniz’in de art brut ile bağ kurması yeniden bu konuda düşünmemi imletti bana. Bizde art brut çizgisinde eser veren sanatçılar kimlerdir, denilse, resimde Semiha Berksoy heykelde Necdet Kırımsoy, derim. Bu çizgide sanat yaratanların ruh sağlıkları bozuktur: Birer akıl hastalarıdır. Ama bildiğim kadarıyla Berksoy ve Kırımsoy bu anlamda birer hasta değillerdi. İşin iç yüzünü bilmiyorum tabii…

Çok farklı bir ruh hâlinin yansımaları Kırımsoy’un heykelleri. Farklı: Yaratıcı ve özgün. Başarısı taşla oyun oynamasında geliyor. Bence oyun oynadığının bile farkında değil. Haz odağında taşla kendini ya da bir şey(ler)i dışa vurma istenci, refleksi. Bu yaratıcı bir sanatçı tavrı, ruh durumudur aslında. Birilerinin kolayca anlayamadığı, anlamlandıramadığı bir durum.

Kırımsoy, 2001’de Datça’ya taşındı. Heykellerini unutamadım. Bizde bir elin parmak sayısını geçmez böylesi ayrıksı heykel sanatçıları. Bu sanatçının yanına başka bir heykeltıraşı da eklemek isterim: Dündar Elbruz. İkisi de mimardı. İkisi de otodidaktı. İkisi de heykelin yanı sıra takılar yaparlardı. Birisi derelerden, deniz kıyısından taşlar toplardı diğeri hurdalıklardan metal parçaları… Bu iki sıkı Ankaralı sanatçı birbirlerini tanırlar mıydı acaba?

Deniz’in babasına, onun eserlerine dair bana aktardığı değerli bilgiler kimi boşlukları doldurdu ve eserleri daha iyi anlamamı sağladı. Umarım ki sanatçın heykelleri yıllar sonra izleyici ile buluşur. Görsel sanatçıların bu eserleri heyecanla karşılayacağını, sanat tarihçilerin, eleştirmenlerin ise böylesi bir sanatçının izini süreceklerini, sanatına dair yayınlar yapacağına inanıyorum.