Bu topraklarda biraz güzel konuşana ‘Edebiyat yapma!’, biraz derin düşünene ‘Felsefe yapma!’ denir. Çocuklar ergenliği aşıp, farklı kitaplar okumaya, yazıp çizmeye, sorgulamaya başlayınca da tepki ‘Çok biliyorsun, sen karışma!’ olur. Düşünmek, okumak, sorgulamak pek de makbul şeyler değildir.

Kendinize yalan söyleyebilir misiniz?

Yazının başlığındaki soru Fransız filozof Jean Paul Sartre’a ait. Sartre insanların günlük, sıradan hayatlarındaki yaşamlarını analiz ettiği Varlık ve Hiçlik adlı eserinde insanların kendilerine çok sık olarak yalan söylediği şeklinde bir teori öne sürüyor. Kendimize karşı ne kadar dürüstüz, kendimize ne kadar sadığız? Derinlerde bir yerlerde yanlış olduğunu bilsek bile, yaptığımız her kötülüğe mutlaka ‘iyi’ bir gerekçe buluruz. Gene Sartre’a göre “en yüksek sesli yalanı” da kendimize söyleriz. Yıllardır süren kadın, kız çocuk cinayetlerine ‘namus cinayeti’ adını takmış bir milletiz. ‘Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşenmiştir’ diye bir söz vardır, hepimizin kendi cehennemi kendimize güzeldir ve herkesi içine, yanımıza çekmek isteriz.

Yazı başlığındaki Sartre’ın sorusu, ODTÜ Yayınlarından Çocuklar İçin Felsefe kitabında kendimizi tanıma, bilme üzerine bir bölümün başlığı. Son yıllarda çocukları felsefe ile tanıştırma konusunda, hem dünyada hem ülkemizde, sevindirici bir hareketlenme var. Lütfen çocuğunuzun gittiği eğitim kurumundan ısrarla isteyiniz.

Geçtiğimiz haftalarda bir dergiye Edebiyat ve Etik dosyası için bir yazı yazdım. Epeydir bakmadığım kitaplarımı karıştırdım. Edebiyat, felsefe, etik gibi konuların ülke, hatta dünya gündemi içinde ne kadar lüks kaldığını düşündüm. İnsanlığın var oluşundan, düşünmeye başladığımız andan itibaren bizimle olan Felsefe! İlk sözle başlayan, yazıyla devam eden Edebiyat! Oysa bu topraklarda biraz güzel konuşana ‘Edebiyat yapma!’, biraz derin düşünene ‘Felsefe yapma!’ denir. Çocuklar ergenliği aşıp, farklı kitaplar okumaya, yazıp çizmeye, sorgulamaya başlayınca da tepki ‘Çok biliyorsun, sen karışma!’ olur. Hele biraz da ileri geri konuşuyorsa, bu çocuk başımıza iş açacak diye korkulur. Düşünmek, okumak, sorgulamak pek de makbul şeyler değildir.

Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan ülkemin halkı çok gerçekçidir.

‘Başımıza bir iş açılması’ gerçekten çok ürkütücüdür. Çünkü düşünen, sorgulayan, okuyan insan türü de bazıları için çok ürkütücüdür. Ama korkunun ecele faydası yoktur. ‘İnsan’ olanlar, ‘insan’ kalanlar ‘felsefe yapacak’, ‘edebiyat yapacak’, okuyacak yazacak ve sorgulayacaktır. Ve bir kriz içindeki dünyamıza bu dönemde en çok gereken şey de felsefe ve etik olacaktır. Etik olmadan ‘adil’ olunmaz, ‘eşitlik’ olmaz, böyle bir toplumdan da köy de, kasaba da olmaz.

İoanna Kuçuradi, insan hakları “kişi haklarıdır” diyor, ama bir yandan da kişi haklarının hepsi temel insan hakları olmayıp, bazılarının “yurttaşlık hakları” olduğunu belirtiyor. “Grup hakları, kültürel haklara” gelindiği zaman işler iyice karışıyor. “Eşitlik” vazgeçilmez ve “...bütün haklarla ilgili bir üst ilke.” “Ayrımcılık” ise, “...çıkarlar, korkular, egoizm ve etik değerler hakkında bilgisizlik” sonucu ortaya çıkıyor. Çocukluğumuzdan beri içinde yaşadığımız toplumda sürekli gördüğümüz bu ‘ayrıştırıcı’ dil ve davranışlar içselleşiyor, genelleşiyor ve ne yazık ki normalleşiyor [ii]. Bir gece yatağına başarılı bir üniversite öğrencisi olarak yatan genç, bir siyasetçinin konuşması sonrası, ertesi sabah birden ‘terörist’ olarak uyanıyor. Bir üniversite önünde öğrenciler salgın neden gösterilerek polis tarafından dağıtılırken, aynı gün başka bir üniversitenin önünde gençler, bayrak flama ellerinde gruplar halinde yürüyor. Ülkenin 6 milyon vatandaşına mikrofonlardan bela okunuyor, olduğu aşının fiyatını soranlar, yüce devlet sırrını sorgulayan ‘vatan haini’ ilan ediliyor. Ve hayat çok ‘normal’ bir şekilde akıp gidiyor. Verilen hasarın büyüklüğü ve ‘insan değeri’ çıtası yerlerde, çıta artık arzın merkezine doğru son hızla ilerliyor. Görenler, bu gidişi durduramayanlar kahroluyor. Bu çıtayı tekrar yükseltmek yıllar alacaktır ve bu arada daha kaç nesil heba olacaktır?

Sartre Yazarın Sorumluluğu başlıklı bir makalesine Dostoyevski’nin şu sözleri ile başlıyor:

“Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur.”

Toplum içindeki günlük, sıradan hayat düzenimiz yazılmamış yasalarla, uzlaşmalarla, ‘sosyal kontratlarla’ yürür. ‘Ben’den ‘biz’e geçiş bu uzlaşmalarladır. Bu uzlaşmalara bir kere uyulmaz olur ve güven sarsılırsa, bu güveni tekrar tesis etmek yıllar alır. Bindiğimiz dalı kesiyoruz. İmtiyazlı olma hırsı ve kibri, ikiyüzlülük, ayrımcılık, kurnazlık kanımıza işliyor. Kuyrukta beklemeyi, otoban trafiğinde emniyet şeridini boş bırakmayı bile yıllar oldu öğrenmiyoruz. Ama niye öğrenelim ki, çünkü ben yapmasam başkası yapıyor? İşte onu yapan o bir kişi her şeyi bozuyor. 65 yaş üstü milyonlarca vatandaş aylardır evinde hapis otururken, hem de sokağa çıkma yasağı günü, resmi törenli kalabalık cenazelerin, lebaleb parti kongrelerinin toplum vicdanında açtığı yaralar iyileşmiyor. Dört-beş kişi ile gömdüğümüz annemizin, babamızın cenazelerindeki yalnızlık, hüzün ve acı unutulmuyor. Aklı başında herkesin şikâyet bile etmeden; kendini ve başkalarını korumak adına uyduğu bu kurallar, gözümüzün önünde o kuralları kontrol etmesi gerekenler tarafından bozulunca. İşte o zaman saygı ile sessizce bağrımıza bastığımız taşı oradan kaldırıyoruz ve yerine öfke ile güvensizliği koyuyoruz. Bizim ölümüzün ‘değerli olmadığı’ duygusu ölüm acısından daha ağır geliyor. İnsanlar, doğal olarak herkese serbest, bir bana mı yasak diyor. Başta desteklenen, polisin sokakta maskesiz kişilere yazdığı cezalar artık adil bulunmuyor. Haksızlığa uğramışlık duygusu öfke biriktiriyor. Haksızlığa uğramışlık duygusu yeni çatışmalar yaratıyor. Uzak bir ülkede bir yönetim otoritesi sırasını beklemeden aşı olduğu için istifa ediyor. Okuyup geçiyoruz, vay be deyip kıskanıyoruz!

BU TOPLUMA NE OLDUĞUNUN FARKINDA MIYIZ

Felsefe ve etik, ‘edim, eylem’ ile ‘davranışı’ farklı tutar. Edim ve eylemin arkasında ‘irade’ vardır, ‘akıl’ ve ardından gelen ‘irade’ ile gerçekleşir. Akıl-İrade ile gerekçelendirilmiş ‘eylem’! Ama bir de ‘kendimiz/ben’ vardır! Akıl ve irade her zaman ‘ben’ e egemen olamayabilir, her zaman ‘ben’i baypas edemez. Bu ‘ben’; bedenimiz, duygularımız, acılarımız, içinde büyüdüğümüz toplumsal, kültürel, çevresel vb. etkilerden oluşan karmaşık bir yapıdır. Bunun için ‘Kim?’ olduğumuzu bulmamız, ‘kendi’mizi ‘ben’i bilmemiz gerekir. Kolay değil... Hegel ve Freud: ‘kendimizi en iyi başkaları aracılığı ile tanırız’ der. Ayrıca kişilik/karakter ile etik karakter de farklıdır. Dürüst, cesur, ölçülü olmak vb. etik karakter, sabırsızlık, heyecan vb. ise kişisel özelliklerimizdir. İşte tüm bunların toplamını bilerek, kendimizi bilerek, kendi farkındalığımız ile, ‘kendi kendimizi oluşturmamız’ ile ‘ahlak’ başlar. Yazarken bile içim titredi; benim ‘dil’im hep bağımsız takılır ve ‘akıl’ ve ‘irade’mden hep daha hızlı çalışır. Onun için ben konuşmayayım, yazayım. En güzeli yazmanın- ve yaşlanmanın- yavaşlığına sığınayım.

Ama yöneticilerin, politikacıların, kanaat önderlerinin böyle bir lüksü; ‘etik’, ‘adil’ olmama gibi bir hakları yoktur. Bu, ettikleri yemini hiçe saymak, görevlerini yapmamaktır.

Büyük ekonomik planlardan, hizmet bütçelerinin eşitsizliğinden, liyakatten, işsizlik, emeklilik, komşu ülkelerle kavgalarımızdan filan değil, çok basit ve günlük ‘sıramızı beklemek’ gibi şeylerden bahsediyorum. Bizler ‘insan’ olarak, bu en basit temel konularda bile uzlaşılmamış bir toplumda yaşamaktan yorgunuz. Aşılanmada bir sıralama yapılıyorsa herkesin, ama herkesin o sıraya uyacağına, evde kalmamız gerekiyorsa herkesin evde kalacağına; cenaze, düğün, toplantı yapılamıyorsa kimsenin de yapmayacağına, bir hakaret suç olarak bulunuyorsa tüm hakaretlerin suç sayılacağına, hukukun eşit uygulanacağına inanmayı istemek en doğal hakkımız. Yoksa fabrika ayarlarımız bozulur, ahlakımız bozulur. Hayatımız, artık kimsenin doğru söylemediği ve bu yüzden kimsenin kimseye inanmadığı bir karabasan olur. Ve hep birlikte uzayda değil, burada, kendi yarattığımız bir kara delik içinde tepişir dururuz.

Sartre ile başladık, onunla bitiriyorum:

“İnsan kendisinden ne yaratıyorsa ondan ibarettir.”

‘Yoğun’ geçen bir iş gününde, genç bir öğrenciyi saçlarından yerde sürüklemiş biri, gece yattığında ne düşünür? O genci işaret edip, parmak sallayanlar, ne düşünür? Gece yatınca kendine sorar mı: ‘Ben neden ibaretim?’ Neden ibaretiz? ‘Kendimden ne yarattım?’ Cevabı bilmek istemeyebiliriz, bahaneler buluruz, yalan söyleriz.

Doğru söyleyelim. Adil olalım. Tamam çok değil ama ne olur biraz felsefe yapalım. Hep birlikte küllerimizden yine doğalım.


NOT: “Kendisine acımasızca sadık kalan” bir ‘insan kalma’ inadı ve hikayesi isterseniz, asil bir ailenin on iki yaşındaki kıymetli oğlu Casimo’nun, babasının otoritesine karşı gelmek için ağaca çıktığı ve hiç inmediği Ağaca Tüneyen Baron kitabını okuyabilirsiniz. Felsefi bir roman olan kitap; Italo Calvino’nun, bir üçleme olarak yazdığı Atalarımız serisinin ikinci kitabıdır. İkiye Bölünen Vikont, Ağaca Tüneyen Baron, Varolmayan Şövalye