Müşterekler tartışması basit bir biçimde ‘vahşi bir özelleştirme’ ile ‘çetin bir devlet otoritesi’ arasına sıkıştırmak anlamsızdır. Bu kısır döngüden çıktığımızda ise geriye kalan dayanışmadır.

Kent ve dayanışma

UMUT YÜKSEL

Italo Calvino, Marco Polo ve Kubilay Han arasında geçen diyaloglarla çevreli 'Görünmez Kentler' kitabında "gelişen modern kent üzerine bir tartışma" sunar. Elli beş farklı parçaya bölünen Venedik; hâkimiyet ve denetimin, arzular ve anıların izleğinde kentlerin ve insanlığın tarihine dair de çok şey taşımaktadır. Calvino, ağaçların, darphanelerin, ilkokulların, satış tezgâhındaki malların kendilerinden öte taşıdığı işaretleri imler ve sorar: "Bu kalın göstergeler kabuğu altında kent gerçekte nasıldır, ne içerir ya da ne saklar?"

KENT ve KENT HAKKI

Calvino’nun ütopik kentlerinin kaynağı Venedik, modern kapitalizmin tohumlarını taşıyan kentlerden de biri olmuştur. Sözgelimi, Immanuel Wallerstein, Fernand Braudel ve Giovanni Arrighi gibi sosyolog ve tarihçilerin çalışmalarında İtalya şehir-devletlerinden başlayarak Amsterdam, Londra, New York gibi kentlerde sermaye birikiminin hareketliliğini ve çizdiği hegemonyaları izleriz. Hakimiyet ve denetim, birikim ve sömürü ilişkileriyle birlikte kentleri sarar, yıkar ve yeniden üretir.

Henri Lefebvre’nin 'Mekânın Üretimi' eserinin iskeletini oluşturan "mekânın toplumsal olarak kurulan bir ürün" olduğu fikri, mekân ve kapitalizm arasındaki ilişkilerin kuramsallaştırılmasına dair bu konuda açıklayıcı ve önemli bir çerçeve sunar. Aynı zamanda 'kent' sınırlarının basitçe nüfus limitlerinden ya da yüzölçümünden çok, toplumsal ilişkiler ve gündelik yaşamın özellikleriyle çizildiğini de belirtmektedir. Lefebvre için bu ilişkilerle beslenen üretim sürecinde siyasetçilerden şehir plancılarına ve elbette halkın kendisine değin uzanan farklı gruplar belirleyici roller üstlenirler. Fakat bu belirleyici rollerin oluşturduğu kentteki birlikte yaşayış bir gönüllülüğe dayanmak zorunda değildir.

David Harvey farklı makalelerinin toplandığı 'Asi Şehirler' kitabının üçüncü bölümünde kenti tam da bu noktadan tanımlar. Gönülsüzce oluşan bir birlikteliğin çevrelediği farklı sınıflardan bireyler istemeden de olsa "müşterek bir yaşantının üretim mekânını" oluştururlar. Devamında, bu türden bir üretimle birlikte Michael Hardt & Antonio Negri’nin kente biçtiği fabrika kılıfına değinir. Kent bir fabrika gibi görüldüğünde, (toplumsal) mücadele gibi dayanışma pratikleri de buna göre biçimlenecektir. Kentsel ortak alanlar da bu mücadelenin bir alanıdır. Hatta Harvey’e göre bazen bu kamusal alanlar sermaye için yaratılmaktadır. Bu yüzden 'kamusal' diye adlandırılan her alan, herkesin o alanlara erişiminin olduğu anlamına gelmemektedir. Bu alanlar 'ortaklaştırılmalıdır'. Çünkü “ortak alanı kullanma hakkı onun üretiminde payı olan herkese ait olmalıdır”. Bu da bizi ‘kent hakkı’ kavramına taşımaktadır. Kent hakkı, Lefebvre’nin ifadesiyle bir "yakarış ve talep" olarak vurgulanır. Aynı zamanda suya, internete, kamusal alanlara erişimden başlamak üzere çevresel ve mekânsal adaletin taşıyıcısıdır. Böylece kökten bir değişimin, "kentsel devrimin" de soluğu olmaktadır.

DAYANIŞMA VE MÜŞTEREKLER

"Müşterekler Üzerine Eleştirel Bir Antoloji" olarak basılan 'Herkesin Herkes İçin' kitabı, tam da bu tartışmaları önüne katarak "ortak olanı" (yeniden) kurmanın yolları ve imkânı üzerinde durur. Genel anlamda, müşterekleri tanımlarken kullanılan su, toprak, dereler, ormanlar, internet, kütüphaneler gibi sabit şekilde uzayıp giden liste onların gerçekten de ortak kalabildiği anlamına gelmez. Garrert Hardin’in müştereklerin korunması için özelleştirmenin gerekliliğini ve nüfus artışının kontrolünü savlayan makalesi 'Müştereklerin Trajedisi' ile başlayan derleme, müştereklerin yıkımına, mülksüzleştirme ve çitleme pratiklerini de ekleyerek tarihsel bir çerçeve sunar. Fakat anlatılan yalnızca metalaşma değil, aynı zamanda müştereklerin savunusu ve (yeniden) müşterekleştirme mücadeleleridir.

Harvey’nin aynı kitabında vurguladığı gibi, Sintagma Meydanı’ndan Tahrir Meydanı’na, Barselona'da Plaza de Catalunya'dan Taksim Meydanı’na uzanan şekilde meydanlar da birer müşterek alan haline getirilerek burada görüş ve istekler dile getirilmiştir. Diğer bir deyişle, Lefebvre’nin "yakarış ve talep" dediği duyulmuştur. Müşterekler bu yüzden ‘tarihler boyu sabit kalan bir kavram’ olarak ele alınmamıştır. Fakat geçmişte kalmış, ütopik bir düş olarak da değerlendirilemezler. Kentsel sorunlardan iklim krizine uzanan bir alanda mücadelelerin de ortasında durmaktadırlar. Müşterekler tartışması, yönetim biçimlerinden müşterekleştirme sonucu farklı bir toplumsallığın inşasına kadar potansiyeller taşımaktadır. Şimdiye kadar değindiklerimiz ışığında asıl vurgulanması gereken nokta şudur: Müşterekler tartışmasını basit bir biçimde "vahşi bir özelleştirme" ile "çetin bir devlet otoritesi" arasına sıkıştırmak anlamsızdır. Bu kısır döngüden çıktığımızda ise geriye kalan dayanışmadır.


Bugün yaşadığımız Covid-19 süreciyle birlikte müşterekler, kent merkezlerinden banliyölere göçler ve kamusal alan tartışmalarının arttığını görmekteyiz. Calvino “Belki de kent yaşamının kriz noktasına yaklaşmaktayız ve Görünmez Kentler, yaşanmaz hale gelen kentlerin kalbinden doğan bir rüya” diye düşünürken haklıydı. Eduardo Galeano’nun "Biz Hayır Diyoruz" eserinde rekabet ve tüketim oyunları içinde örgütlenen toplumsal düzene ithafen sorulmasını gerekli gördüğü soruyu, "kurmak istediğimiz kentlere" de yöneltebiliriz öyleyse: "Kimlere karşı, kim için?"