Google Play Store
App Store

Prof. Dr. Hatice Kurtuluş, yeni yoksulluğun kentlerde büyük değişime yol açacağı görüşünde: Emekçi geleceğe dair umutsuz. Uzman ve yarı uzman meslek sahipleri yoksullukla baş edemiyor. Onlar İstanbul’u terk edip kıra değil küçük kentlere göç edecek. Kastamonu, Kütahya gibi. Büyük kentler en zenginlerle en yoksullara bir de uzun süreli turistlere kalacak.

Kentler en zengin ve en yoksullara kalacak
Prof. Dr. Hatice Kurtuluş, kent, yoksulluk ve göçe ilişkin görüşlerini paylaştı. (Fotoğraf: BirGün)

Semra KARDEŞOĞLU

Prof. Hatice Kurtuluş, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden bir süre önce emekli oldu. Bugün yaşadığımız en kritik sorunlar onun çalışma alanında; göçmenler, kent yoksulluğu, kiracı sorunu, kentin değişen yüzü gibi. Bunların hepsini bir sayfaya sığdırmak elbette kolay değil. Ama deneyelim dedim… Kurtuluş ile onun oturduğu semt Kadıköy Yeldeğirmeni’nde buluştuk. Son çalışmalarından biri “Salgın döneminde yaşlılar”a ilişkindi. Oradan başlayalım dedim.

Yaşlılarla ilgi bir çalışma yaptınız. Sadece salgın dönemi değil genel olarak ‘yaşlı yoksulluğu’ diye bir üst başlık var. Nasıl bir sonuç çıktı?

Tek yaşayan yaşlılarının salgın döneminde dayanıklılığına baktık bu araştırmada. Prof. Dr. Uğur Tekin, Prof. Dr. Deniz Yükseker ve Dr. Esra Kaya ile yaptık araştırmayı. 500 yaşlı ile görüştük. Kadınlar erkeklere göre daha dayanıklıydı. Bunun dışında, gelir yükseldikçe dayanıklılık artıyordu. Sadece en üst gelir grubunda kırılarak düşüyordu. Bunu da şuna bağladık: Üst gelir grubundakilerin çocukları yoğun çalışıyor ve anne babasının birçok sorununu uzaktan çözebiliyor (market ihtiyacını eve sipariş etmek gibi) bu nedenle daha az görüşüyor.

100 DAİRE VAR AMA YAŞLIYA KAPI AÇILMIYOR

“Kentsel dönüşüm” dediğimiz durumdan en ağır darbeyi onlar mı alıyor? Giderek derin bir yalnızlık sarmalına mı giriyorlar?

Bu değişim onların yaşam alanlarını yok ediyor adeta. Az önce söyledim bir mahalle eczanesinin olmayışı bile büyük açık. Bu ‘soylulaştırma’ ile onların taksitle alışveriş yapabildiği dükkanlar yok oldu. Bakkalın veresiye defterine yazdırıyordu, bakkal kalmadı. Yalnızlaşma giderek artıyor. Örneğin Fikirtepe’deki dönüşümde yaşlıların bir bölümü döndü. Ama o binalarda kendi dairelerinin kapıların bile bulmakta zorlanıyorlar. Bir şey olduğunda komşunun kapısını çalmaya alışmış. Bir yemeği fazla yaptığında kapı çalıp “Bunu bölüşelim” diyordu. Bu ilişkilerin ona kattığı bir şey vardı. Dayanıklılığı artırıyordu. Şimdi bu yok. Fikirtepe’de görüştüğümüz bir kadın anlatmıştı. Katta 7 -8 daire var. Ama bu kapıları çaldığında hiçbiri açılmıyor ona. Çünkü oturanların hepsi çalışıyor. Ürkütücü ve distopya gibi. Kimi de ilişki kurmak istemiyor. Böyle bir sosyal ilişkiyi eski buluyorlar. “Yaşlı insanın kapısını niye çalayım şimdi?” diyor. Bir tür gençlerin dilindeki ‘eziklik’ gibi görüyorlar. Yaşlılar ve yoksul yaşlılar önümüzdeki süreçte en sıkıntılı kesim olacak. Şu an yaşlı nüfus oranı yüzde 9 civarı. 7’nin üzerine çıktığında biz nüfusu yaşlı ülke diyoruz.

Prof. Hatice Kurtuluş, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler FakültesiProf. Hatice Kurtuluş, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

Endişelenmeli miyiz bu durumdan? Giderek derinleşen bir yoksulluğu konuşurken, risk büyük mü?

Endişelenmeliyiz çünkü yaşlılara yönelik koruyucu mekanizmalar kurulmuş değil. Yaşlılar çocuklarına muhtaç halen. Bakım evi, huzur evi ya da evde bakım yetersiz. Son iki kalkınma planında bundan söz edilse de ayrılan bir kaynak yok ortada. Üstelik şöyle bir durum var; bugünün yaşlıları kendi büyüklerine bakabiliyordu. Ama bugünkü yaşlılara çocukları bakamaz duruma geliyor, çünkü gelir kaybediyor. Aileler küçülüyor önceleri 2-3 çocuk vardı. Ama çocuk sayısı 2’nin altına düştü. Olan çocuk da ancak kendini döndürecek durumda. Bir önceki kuşağın bir emekli maaşı, emekli ikramiyesi ile aldıkları bir ev veya ailelerinden kalan artı bir ev vardı. Bu kriz ortamında bırakın çocukların anne babaya bakmasını çocuklar ana baba evine dönüyor kira ödemede sıkıntı yaşadığı için.

GEÇİNEMEYENLERiN GÖÇÜ

Kiraların bu kadar yüksek seyretmesi kentin yapısında ne tür değişiklikler getirebilir? Göç, tersine göç vb…

Kentten sürekli bir göç var. Hesaplamaya göre dışarıdan göç olmasa İstanbul’un nüfusu düşüyor. Burada bir geçinemeyenler göçü var. Kentte yerleşik olanların göçü. Büyük kentlerde ciddi bir kaos var. Sermaye birikimi halen adaletsiz biçimde sürüyor. Belki size distopik gelecek ama iki grup kalacak kentlerde. Biri çok zenginler. Kapalı alanlarında ayrıştırılmış mekanlarında yaşayan zenginler. Onlar zaten kentte yaşadığını söylemiyor. Onların çocukları kentte bir mekânın adını bile bilmiyor. Belki bir kulübünkini biliyor. Tamamen ayrışmış bir dünyada yaşıyor. Kentte bir onlar bir de en yoksullar kalacak. Ortadakiler bu kadar kötü koşullarda yaşamayı istemiyor. Genç kesim de artık kendi istedikleri imkânı sunan kır değil başka kentlere gidecek. Çanakkale’ye örneğin, Kastamonu’ya Kütahya’ya, Muğla merkeze. Kendi işlerini o kentlerde de sürdürebilecek olanlar. Böyle bir göç bekliyoruz. Ama bu sosyal bilim elbette kesin değil ama gidiş o yönde. Yoksullar kalacak dedim çünkü bir sermaye birikimi var ve onun da ucuz emek gücüne ihtiyacı var.

Bu ne getirir? Yani kentte sadece en yoksul ve en zenginin kalması.

Düşük bir sosyal ilişkiler ağı olacak.

Zaten mevcut durumda da böyle değil mi?

Bu ayrışma daha radikal olacak. Esenyurt örneğin sadece masif bir göçmen ve yerli yoksulların kaldığı alan haline gelecek. Bu yoksul mahalleleri ‘suç alanı’ olacak. Yoksullukla suçun doğrudan bir ilişkisi yok ama yoksullar suç örgütlerince en kullanılabilir kitle. Dolayısıyla bu yerler suç örgütlerinin kontrol ettiği bölgeler haline gelebilir. Beyoğlu’nda da böyle olmadı mı? Modern kentler sosyal sınırların birbirine değdikleri, ilişkilendikleri yapılardır. Kapitalizmde bu vardır. Eşitsizliğin uyumu vardır, bu şahane bir şeydir anlamında söylemiyorum. Kentin olanaklarından bütün sınıfların yararlandığı bir modeldir. Sinemaya örneğin en yoksul da gidebilir en zengin de. Eskiden farkı, localar olurdu sinemada zenginler giderdi. Sonra o da kaldırıldı. Şimdi en zenginler için İstanbul’da olmak önemli değil ki. İstanbul’dayım demiyor. Sitesinin adını veriyor, “Kemer country” diyor, “Kasaba” diyor.

Bu değişim içinde göçmenleri nereye yerleştirebiliriz?

Göçmenler en metruk yerlere yerleşiyor. Mevcut geliri ile orayı tamir etme güçleri de olmadığı için o bölgeler daha da metruk hale geliyor. Öte yandan Esenyurt, Bağcılar derin yoksulluk alanlarına dönüşüyor. Kent en zengin ve en yoksullara kalacak dedim ya bir de turistlere kalacak. Bir yıllık, bir aylık kalan turistler. Ben muhalefetin yerinde olsam göçmenlere sardıracağıma turizm modeline sardırırım.

Olumsuz değişimden turizm mi sorumlu?

Kentin bütün ilişkilerini değiştiren bir turizm olmamalı. Beyoğlu’nda ya da Kadıköy’de yakında meyhane kalmayacak. Ya da küçük, size uygun şeyler satan dükkanlar. İspanya’da anti turist hareketleri doğdu. Eleştirileri “Turist şehri olunca şehir bir fabrika gibi çalışıyor” diyorlar. “Şehre bir kapıdan girip, yiyip içip öbür taraftan gidiyorlar” diyorlar. Her şey ona göre değişiyor, onların istediği dükkanlar açılıyor örneğin. Ortadoğu turizmi var artık. Kimlik kayboluyor. Kentin sakinleri, o şehrin maliyetini ödeyen ve üreten, her sınıftan kişi o şehirden faydalanamıyor. Bir çayı 10 liraya içmek ne demek? Çay üreten bir ülkede bu ne demek? Turist kenti olunca Taksim’de siz artık çay içemeyeceksiniz demek. Ya da Galataport’u düşünün, Ortaköy ya da Adalar’ı düşünün her şey turiste göre organize. Adalar’da mesela ücretsiz denize girecek bir yer yok. Çitleme yapılmış. Bölücülük temel meseleyse bu çitlemeyle ayrılmış alanlara neden bakmıyoruz. Sadece turistlerin gidebildiği yerler.

Burada bir yabancı düşmanlığı da oluşmuyor mu? “Onlar geliyor dolarla ödeyip her şeyi yiyip içiyor, alıyor” tepkileri gibi.

Elbette en tehlikeli şey bu. Bir de asıl mesele turistle göçmen karışıyor. Bizim esas turistimiz uzun süredir Ortadoğulu. Göçmen de. Turizme yönelik dükkânlar üzerine Arapça yazıyor. Bir bölümü Farsça. Onu da Arapça sanıyor. “Araplar ülkemize hakim oldu” diyor. Bunu da göçmene bağlıyor. Halbuki insanların günlük yaşamda karşılaştıkları turistler, göçmenler değil. Göçmenler yoksulsa zaten çalışıyor. Küçük atölyelerde, inşaatlarda. Durumu iyiyse kendi işinin başında. Kentin merkezi ilçelerinde yoklar. Onlar yoksulluk alanlarında. Göçmen olarak biz en çok düzensiz göçmen denilen sahra altı olanları görüyoruz. Şikâyet edilen, nüfusumuzu değiştiriyor denilenler 3 bin liraya çalışan işçilerden oluşuyor. Ama ekranda sürekli düşmanlaştırma, şeytanlaştırma olursa ben göçmen gördüğümde endişelenirim. “Suriyelileri ülkelerine göndereceğiz” dedi Cumhurbaşkanı ama ertesi gün MÜİSAD’da “Yok göndermeyeceğiz” dedi. Çünkü orada patronlar, “Bu göçmenler giderse biz batarız” dediler. Göçmenleri dört koldan sömürüyoruz. Ucuza çalıştırıyoruz, kimsenin oturmayacağı rutubetli binaları onlara kiraya veriyoruz.

GÜNAH KEÇİSİ GÖÇMENLER OLAMAZ

Göç politikasının hataları sadece göçmene yükleniyor bu durumda. Muhalefet partileri bu konuda iyi bir sınav vermiyor.

Göç ve göçmen karıştırılıyor. İki ayrı şey bunlar. Göçte uluslararası kural geçerlidir. Siz elbette savaş göçmenlerini alacaksınız. Kademeli yerleştirebilirseniz. İktidarı bu noktada eleştirebiliriz. Hiçbir ülke bu kadar göçmeni kaldıramaz. Yoksulluğun paylaşımı üzerinden gerilim artar. “Adam 2 bin liraya çalışıyor sen elindekini işi alıyor diye kızıyor. Göçü yönetmek politik bir sorumluluk. İktidar en ağır eleştiriyi hak ediyor bu konuda. Muhalefet de bunu eleştirebilir. Ama bunun yerine göçmenler üzerinden bir muhalefet yürütülüyor. Göçmen dediğimiz bir insan. Göçmenlik yasal bir şey, uluslararası hakları var. Tüm dünyada böyle. Almanya’da 5 yıl oturan birine vatandaşlık vermezsen sorarlar “İngilize verdin bana vermiyorsun diye. Bu suç olur.

Geçici koruma statüsü verildi. Bu statüde olan vatandaşlık verilemez deniyor.

Suriye’den gelenler 11 yıldır Türkiye’de. Geçici statüde gelip burada evlendiler, çalıştılar, çocukları oldu. Onlara vatandaşlık vermekten daha normal ne olabilir. Hukukçular mevzuatı, uluslararası hukuktan, insan haklarından, kent hakkı kavramından daha yukarıda tutuyor, mevzuat daha yukarıda olamaz. Şimdi “Onlara vatandaşlık verip oy kullandıracaklar demek yanlış bir muhalefet. Seçim öncesi sinekten yağ çıkarmak demek. Yapılan araştırmalarda AKP ve CHP seçmeninin göçmen karşıtlığı hemen hemen aynı oranda çıktı.

YOKSULLUK YAĞ LEKESİ GİBİ HIZLI YAYILIYOR

Özellikle son bir yıldaki yüksek enflasyon, işsizlik kentlerde ne tür bir yoksulluk yarattı, geçmişten farklı olarak?

Eşitsiz kent modern kentin temelini oluşturuyor. Ama bunun bir dengesi var. Neoliberal dönemde sermaye birikimi o kadar radikalleşti ki yeni binayı yıkıp daha yenisini yaptık bu denge de kayboldu. Birikim düştüğünde hiçbir yol kalmazsa emeğin maliyeti düşürüldü. Emekçi geleceğe dair umutsuz, çocuk bile yapmıyor. Geçmişte yoksullar çok çocuk yapardı. Şimdi kentte yoksulluk arttıkça çocuk sayısı azalmaya başladı.

Orta gelir grubundakiler de bu süreçte sıkıntıyı en çok dile getirenler oldu. Onlar ne yaşıyor?

En yoksullar hala iş bulabiliyor, razı oluyor, katlanıyor. Ama yukarı çıktıkça ortaya doğru hızlı bir yoksullaşma başlıyor. En yüksek işsizliğin bu kesimde olması da tesadüf değil. Yeni yoksulluk en ağır darbeyi uzman ve yarı uzman meslek sahibi kişileri vurdu. Uzaktan çalışma ve dijitalleşme emeğin payını azalttığı için etkilendi. Aşağıdan yukarı doğru yağ lekesi gibi orta gelir grubunu da içine alarak genişleyen bir yoksulluk yaşanıyor. O gruplar çare arayışına girdiğinde kentler onlardan boşalacak. Sözünü ettiğim orta sınıflar şehirleri terk edecek. Gidip ağır koşulda çalışmak yerine bu yoksulluğu daha az hissedeceği küçük kentlere gidecek.