“Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.”


A. Muhip Dranas ve o çok bildik şiiri Fahriye Abla’yı nerdeyse bilmeyen, duymayan kalmamıştır. Hatta öyle ki, “şiirin ünü şairini geride bırakmıştır” bile diyebiliriz.

Şiir öyle yazılmıştır ki her okuyanın zihninde aşina bir sima yer eder; Fahriye Abla..

Oysa şiirde Fahriye Abla’dan, kişiliğinden, güzelliğinden, uçarılığından çok daha fazlası vardır.

Şiire yukardaki ilk dizeyle girerken anlatılan aslında bir kenttir. Havası kirli ama insan ilişkileri henüz o derece kirlenmemiş bir kent. Gün boyu açık kapılarıyla güven dolu, her daim pencerelerinde saksılarıyla yeşil ve vefalı komşuluklardan söz edilen bir şehir.

Çocukluğumun kentlerini anımsıyorum. Tek katlı, bahçeli evimizin kapısı bir bakıma gün boyu kapanmazdı. Diğer komşu evlerde olduğu gibi üzerinde bir ip, çektin mi kapı açılırdı.

Bir kısa sesleniş; “huu ben geldim!” nidası ya da geldiğini belli eden küçük bir tıkırtıyla buradayım iletisi yeterdi.
Dranas’ın şiirinde dediği gibi anılar zamanla değişmiyor.

“Bırak, geçmiş günleri gönlüm hatırlasın;
Hatırada kalan şey değişmez zamanla.
Ne vefalı komşumdun sen, Fahriye Abla!”


Değişmeyen anılarda kalan vefalı komşuluklar ise zamanla yürek yakıcı bir biçimde aranır oluyor. İnsanı yutan değil insanı yücelten kentlerde yaşamış olup o ilişkileri arayan pek çok insan var günümüzde. Onlardan biri de T. Erdoğan; inançlı olduğunu söylese de insanca bir yaşama inancını çoktan kaybetmiş olan Başbakan ve kabinesi kentleri yozlaştırıp insanları kentlere ve kentlere salt birer rant objesi gözüyle bakan kapitalizme yem ediyor.

“Eski çağlarda bazı savaşçı kabilelerin şehirlere girmemeyi tercih ettiklerini biliyoruz. Çünkü şehrin insan ruhunu değiştirdiğine inanıyorlardı. Onun için şehirleri yakıp yıkıyorlar, kitapları, kütüphaneleri yakıyorlardı. Biz insanın şehirleştirildiği bir medeniyetten değil insanın şehri insanlaştırdığı bir medeniyetten bahsediyoruz. İnsanı yutan değil insanı yücelten bir mimari tarzla karşılaşırsınız.”Sözlerinin sahibi eylemde söyleminin tam tersini yapmaktadır.
Sokrates’e; "Yapılması gerekeni bilip de aksini yapanlar bilge midirler'' diye sormuşlar. Cevap olarak demiştir ki: "Onlar, izansızlardan daha az bilgisiz değildirler. Öyle sanıyorum ki, tüm insanlar, işe yarayacak şeyler arasından, bir şeyi kullanmak istedikleri zaman en yararlı olanı tercih ederler. Şu halde kötü hareket edenler, gidişlerinin ne bilgini, ne de hâkimidirler. Adalet ve tüm diğer erdemler bilimdir. Zira. adalet ve erdemin oluşturduğu şeyler, güzel ve iyi şeylerdir. Bunları bilenler, bunlardan başka bir şey yapamazlar."

Sokrates’e göre “bilen kötülük yapmaz”,  ancak bilene de adalet ve erdem gerekmektedir. Ayrıca hukukta “suçun suç olduğunu bilmemek mazeret değildir” denir, kaldı ki Hazret, söylemlerine bakarsanız, bunu da bilmektedir. Ruh bedenden çıkmış kapitalizme teslim olmuştur. Bu durumda kim ya da kimler; “suçlu ayağa kalk!” diyecektir.

Elbette ki; Çevre ve Şehircilik Bakanı'na ayakkabısının tersini gösteren Gençlik Muhalefeti üyeleriyle İTÜ’ye kimbilir hangi gelecekteki rüşvet saikiyle elektrikli arabasını ‘bağışlayan’ Ağaoğlu’na “defol” diyen genç kız ve diğer devrimci gençler..

Finans kapital zorbaya, işbirlikçi taşeronlarına ve de  iradesini teslim ettiği taşeronlardan gerçek yargıyı bekleyen, 12 Eylül yargılamalarıyla gün batmadan günü övme telaşında olan liberal kargalara rağmen...