Geçenlerde İstanbul’dan şöyle bir fotoğrafla karşılaştım: İçinde yaşanmakta olan bir apartman ve önünde, pencerelerini kapatacak biçimde yükselen yeni bir apartman inşaatı… “İstanbul bu kadar sahipsiz mi?” sorusuyla paylaşılmıştı. İstanbul’un sahipliği fikri üzerine düşünmek için oldukça çarpıcı bir imge gerçekten. İstanbul sahipsiz mi, sahibi kim; ondan kâr elde edenler mi, karar verici teknokratlar mı, sorunları derinleştirenler mi yoksa kenti, genel çıkara hizmet edecek biçimde dönüştürmeye yönelik mücadele edenler mi; kim, ne kadar söz ve hak sahibi İstanbul’da?

***

Şüphesiz ki bu sorulara verilecek yanıtlar, kentsel mekâna nereden bakıldığına göre; kamuculuktan, kamu, kamuoyu, kamusallık kavrayışlarından ne anlaşıldığına ve bu doğrultudaki toplumsal edimlere göre farklılık gösterir. Yani yanıtlarımız kent üzerindeki tasavvurumuzun kimin, hangi çıkarlarına hizmet ettiği ile doğrudan ilişkilidir.

***

Güncel örnekler üzerinden düşünürsek, örneğin Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından uzun zamandır süren Kalamış sahilini özelleştirme çabaları, 8 Ekim’de neticelendirildi. Kalamış Sahili, Koç Grubu bünyesinde faaliyet gösteren Tek-Art Kalamış ve Fenerbahçe Marmara Turizm Tesisleri AŞ isimli firmaya 40 yıllığına 2,5 milyar liraya satıldı. Özelleştirme girişimlerini başından beri takip eden ilçenin belediye başkanı ihalenin, önceki teklife göre yarı fiyatına yapılmasını kamu zararı olarak niteleyen bir açıklama yaptı.

***

Kadıköylülerin yıllardır kamusal bir alan olarak kalması için mücadele verdiği bu alanı, sahili ve denizi savunmak için çağrıları sürüyor. Fenerbahçe Kalamış Dayanışması özelleştirmenin iptal edilmesi için dayanışmaya çağırıyor, “Kalamış sahipsiz değildir” diyorlar. Kalamış’ın değişim değerine indirgenmesine, ondan kâr elde edilmesine, kamusal zararın değişim değeri üzerinden nitelenmesine karşı çıkarken herkesin eşit kullanım hakkı için mücadele ederek Kalamış’ı kamusal bir alan olarak yeniden üretiyorlar.

***

Başka bir güncel örnekten bakalım. İstanbul Valiliği’nin atık kâğıt işçilerine ilişkin olarak 23 Ağustos’ta yaptığı açıklamayı hatırlayalım: “...başta çevre ve halk sağlığı sorunları olmak üzere, kayıt dışı ve sağlıksız koşullarda istihdama yol açmakta, ayrıca kamu zararı ve haksız kazanca sebebiyet vermektedir.”

Kentin en savunmasız kesimini oluşturan göçmenler, işçiler, güvencesiz ve sağlıksız çalışma koşulları altında yaşam mücadelesi verenler midir kamu zararının sebebi yoksa, kentteki yaşam mücadelesini görmezden gelenler, kentsel emeğin en kırılgan halini hedef alarak kriminalize edenler mi?

***

Henri Lefebvre’in Mekânın Üretimi kitabında ortaya koyduğu mekân kuramı bu sorulara verilen farklı yanıtları düşünmek için Marksist bir perspektif sunuyor. Temelde, yaşanan deneyimle mekânı birbirine bağlı ele alan Lefebvre, yaşanan mekânı bir yapıdan ziyade insan ilişkileri ve çelişkiler içeren toplumsal bir ürün olarak tarif ediyor. Kent, diyor, sermayenin yeniden üretiminin gündelik hayat düzeyinde gerçekleştiği mekândır. Sermaye kenti değişim değeri ile kurar ve soyut değerler üzerinden tasarlanmış, homojen mekânlar yaratarak pratik ile örülen, kullanım değerinde temellenen toplumsal mekâna baskın çıkmaya çalışır. Bu çelişkilerin bir ürünü olarak kentsel mekân “mevcut mekânı, stratejilerini, homojenlik, iktidar” gibi hedeflerini tepeden tırnağa sarsabilecek bir karşıt mekânı da mümkün kılar. Kullanıcılar, mekânsal pratikleriyle mekânı sahiplenerek onu dönüştürebilirler.

***

Özelleştirmelerle kullanımı sınırlanan kentsel alanlar da, yoksulların ve göçmenlerin kentsel mekânda görünür olmasından duyulan rahatsızlık da nihayet kentin üretiminin sınırlarını ve kentsel muhalefetin ufkunu oluşturur.