Mekânın ve kentin kimliğine ilişkin yazılarını kitaplaştıran Prof. Dr. Şükrü Aslan, “Kentsel dönüşümle kent, inanılmaz bir şekilde yapılaşmaya açıldı” diyor ve ekliyor: “Herkes memnun oldu ama kentler kaybetti”

Kentleri kaybettik

Tolga UĞUR

İstanbul köyden kente göçün yoğun yaşandığı 60’lı yıllardan itibaren birçok gecekondu mahallesine ev sahipliği yapan bir kent… Halkın imece usulüyle ortaya çıkardığı bu mahalleler, aynı zamanda o dönem devrimcilerin en çok örgütlendikleri yerlerdi. Son zamanlarda ise bu kültürün egemen olduğu mahallelerde iktidar eliyle ciddi bir “rantsal” dönüşüm yaşanıyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Şükrü Aslan’ın “Mekân, Kimlik ve Politika” kitabı geçen günlerde yayımlandı. Kitapta İstanbul’un gecekondu mahallelerinin dokusu ve kimliği ele alınıyor. Ayrıca bu mahallelerde yaşanan toplumsal ve mekânsal dönüşümler irdeleniyor. Aslan ile kitabı üzerine konuştuk.

Kitabınız saha çalışmalarınıza dayanıyor. Kitap bağlamında kentlere ilişkin gözlemleriniz neler?

Bu kitapta, kent sosyolojisi üzerine yazdığım yazıların bir kısmını toplamaya çalıştım. Bu yazılar genellikle saha çalışmalarına dayanıyor. Bir kısmındaki saha çalışmaları politik gerilimlere ve müdahalelere denk geliyor. Bütün bu müdahale süreçlerini görmüş ve tanıklık etmiş bir akademisyen olarak yazdım. Detaylı bir şekilde yazarak kent literatürüyle ilgilenenlere olabildiğince yeni ve özgün vakaları anlatmaya çalıştım. Kuramsal çalışmalar yapmaktan ziyade sahayı anlamak ve sahanın bize ne söylediğini anlamak kaygısıyla hareket ettim. Çalışmaların bazıları ise bu mahallerin demografik yapıları ve kimlikleriyle ilgiliydi. Bu mahallerinin demografik yapıları nasıl oluşuyor, sonraki kuşaklara nasıl devrediliyor bunları anlatmaya çalıştım. Dolayısıyla, kentsel etnisite dediğim literatürde yeteri kadar yer almamış, bağlamları yeteri kadar ortaya konulmamış kavramlara temel teşkil edecek deneyimleri aktarmaya çalıştım. Bunların büyük bir kısmı gecekondu mahalleleri. Bir kısmı ise gecekondudan apartmana dönmüş olan mahalleler. Zaten İstanbul’da saf gecekondu mahallesi neredeyse kalmadı.

kentleri-kaybettik-1010731-1.

Peki, “gecekondulaşma” kavramı nasıl ele alınabilir?

Gecekondulaşma, ben akademik yazılar yazmadan çok önce akademide ele alınmış bir konu. 1950’lerde dahi gecekondu araştırmaları olduğunu biliyoruz. 1970’lerde bu literatür çok daha gelişliyor. 90’larda gecekondulaşma yeniden ilgilenmek istediğim bir alan oldu. Yeniden diyorum çünkü okuduğum literatür ile kendi araştırmalarımda karşılaştığım gecekondu ve gecekondululuk hali arasında bazı farklar vardı. Onlardan birisi gecekondular, kentlerde herhangi bir araziyi çevirip orayı sahiplendikleri ve bunun için de kimseye herhangi bir bedel ödemediklerini belirten bir tezdi. Bu tezin doğru olmadığını kendi araştırmalarımda gördüm. Öncelikle onun üzerine gittim. Görebildiğim kadarıyla, hemen hemen bütün gecekondular bir kurumla, kişiyle karşılaşıyorlardı ve Mark Davis’in de dediği gibi, bedel ödeyerek bir gecekondu arsası alıyorlardı. Ben, bu nedenle gecekondu literatürünün eksik olduğunu söyledim ve tartıştım. İkincisi, gecekondularda yapıcı ile kullanıcı ayrışmasının 1980’lerden sonra gerçekleştiğine dair literatürde hâkim tespit vardı. İstanbul’un ilk gecekonduları olan Zeytinburnu- Kazlıçeşme gecekondularında da gösterdiğim gibi, kullanıcı-yapıcı ayrışması 1980’lerden sonra değil, en baştan itibaren var. Gecekonduların sahipleri de var, kiracıları da var. Dolayısıyla, gecekonduların ticarete konu edilmesi hali en baştan itibaren vardı. Bunları şu yüzden önemsiyorum, gecekondulara yönelik ilk tespitler, gecekonducu kitleyi suçlayan bir yaklaşım oluşturuyordu. Gerçekte gecekondularda kalanlar değil, gecekondu rantçıları, tüccarları… Esasında kamu arazisini satanlar bunlardı. Yeni bir tartışma olarak diyebileceğim bir diğer konu ise 1 Mayıs Mahallesi örneği üzerinden anlattığım politik bir hareket olarak gecekonduların inşası. Gecekondu mahallelerinin, gecekondu tüccarlarından azade, hatta onlara karşı bir şekilde inşa edilmesi girişimlerinin ilk ve en önemli örneklerinden biri. Bu tür gecekondu hareketleri sistemden yoğun bir karşı saldırı ile karşılaşıyorlar. Bunun nedeni, bu tür girişimlerin gecekondu ticaretinin dışında olması. Tersinden okursak, gecekonduların o kadar saldırıya uğramamasının nedeni, içinde kamu görevlilerinin de olduğu ticaretin genel bir eğilim olarak sürmesinden dolayıdır.

kentleri-kaybettik-1010732-1.
Prof. Dr. Şükrü ASLAN - Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

Gecekondulaşma ile siyaset ilişkisini nasıl yorumlamak mümkün?

Bazı siyasi kurumlar, doğrudan doğruya, gecekondu ticaretinin aktörüdür. Kâğıthane toplumsal tarihini yazdığımızda, ilçenin belediye başkanı ve bazı yöneticiler de gecekondu tüccarlarıyla aynı partilerin, aynı kurumların, aynı spor kulübünün üyeleri. Türkiye’de siyaset genel olarak gecekondu meselesini 1970’li yılların ortalarına kadar bir kentsel mesele olarak gördü ve genellikle göz yumarak ya da kısmi müdahale ederek geçiştirmeye çalıştı. Bu süreç içerisinde bazı olumlu gelişmeler de oldu. 1966’da çıkan, 775 sayılı gecekondu yasası pek çok olumlu nitelikleri olan bir yasa. Ancak, Türkiye’de hükümetlerin gecekondu meselesine bakışı daima gecekondunun gerisinde kalan, hızına yetişemeyen, dolayısıyla onun önüne geçemeyen, nerede başlaması ve durması gerektiğine dair sınır oluşturamayan bir çizgi izledi. Aslında, edilgen kaldılar ve aktif olmaya başladıkları zaman ise çok geçti. 70’lerin ortasında, bambaşka bir gecekondulaşma dinamiği ortaya çıktı; gecekondu ticaretini reddeden… 1 Mayıs Mahallesi bunun bir örneği, sistem edilgen olmaktan çıktı ve aktif şekilde müdahale etti. Çok ölçüsüz bir şekilde, 2 Eylül 1977’de 1 Mayıs Mahallesi’ndeki gecekondu yıkımı 10 kişinin ölümüyle sonuçlanınca ki bu Türkiye tarihinde ilk ve tektir. Bu bakımdan, sistemin rolünü bölgeye ve şehre göre farklı şekillerde ifade edebiliriz.

Bomonti ve Tarlabaşı da kitapta önemli yer tutan iki yer. Bu noktalarda yaşanan kimlik değişimini nasıl yorumluyorsunuz?

Tarlabaşı, Bomonti’ye göre tarihsel anlamda daha eski bir yerleşim. Geriye doğru gittiğimizde, Tarlabaşı’nın demografik yapısının çok büyük ölçüde gayri müslim nüfustan oluştuğunu görüyoruz. 20. yüzyıla geldiğimizde ise bu demografik yapı radikal değişikliklere uğruyor. Radikal değişiklikler iki bakımdan önemlidir, birincisi kentin demografisini anlamak için, ikincisi ise ülkenin demografiye yönelik politikasını anlamak açısından. Tarlabaşı’nda bu dönüşümün nasıl olduğunu anlamak için ülke çapında demografiye dair yeni politikaların nasıl kurulduğuna bakmak lazım. Bu politikalara baktığımız zaman, 20. yüzyılda Türk modernleşmesi ve milliyetçiliğinin nasıl inşa edildiğini ve bunun nasıl bir mekânsal karşılık oluşturduğunu görebiliyoruz. Mekânsal dönüşümden bahsettiğim şey, sadece yapılı mekânın dönüşmesi değil, mekânsal mülkiyetin de dönüşmesi olarak karşımıza çıkıyor. Kent literatüründe “mektup evler” olarak geçen bir kavram vardır. Bu kavrama denk düşen örnekler Tarlabaşı’nda çok. Bu bize kentin mekânsal mülkiyet dokusunun ve mülkiyet sisteminin zaman içerisinde nasıl değiştiğini anlatıyor. Bugün bildiğimiz gibi Tarlabaşı, 20. yüzyılın başındaki Tarlabaşı değil, 16. yüzyılın başındaki hiç değil. Keza Bomonti de böyle. Bomonti’nin Bira Fabrikası’yla başlayan bir öyküsü var ama bu fabrikadan sonra bölgeye gelen ve yerleşen çok farklı nüfus grupları var. Muacirler var, levantenler var, Ermeniler var. Böylece, bölgeye özgü bir doku ortaya çıkmıştı. Ama bu doku da günümüzde büyük ölçüde yok. Bu çalışmalarda, hem Bomonti’nin hem de Tarlabaşı’nın demografik dönüşümünü anlamaya çalıştık. Buralardaki dönüşümler, Türkiye’nin demografik dönüşümüne dair bir şeyler anlatabilir diye düşündük.

Kentsel dönüşüm, günümüz kentlerinin en önemli meselelerinden biri. Kentlerde bu süreçte neler yaşandı?

Kentsel dönüşümle ilgili yazılar yazarken, İstanbul’un çeşitli mekânlarında, bilhassa eski gecekondu mahallerinde yoğun politik gerilimler vardı. Bu mahallelerdeki insanlar dönüşümden tedirgindi. O güne kadar sahip oldukları haklar ellerinden alınacak gibi bir düşünce içindeydiler. Bu düşünceyi besleyen birçok deneyim vardı. Ben ve akademisyen arkadaşlarım, bu mahallelerdeki insanları dinledik, yaşanan dönüşümlere tanıklık ettik. Bu yazıların bir kısmını da o zamanlar yazdım. Bu yazıları yazdığım zaman, kentsel rantın yeniden dağıtımı pratiklerini görüyordum. Gecekondu bölgelerinde yaşayanların bu süreçte nasıl mağdur edildiğini yazmaya çalıştım. İnsanların yerlerinden edilmesinin sosyolojik anlamını inceledim. Bazı bölgelerde kentsel dönüşüm gerçekleşti, bazılarında gerçekleşmedi. Sistem, ilk baştaki politikalarından biraz ayrıldı. Mülk sahiplerine daha fazla rant önerdi. Bu fazla rantı vermek için mekânın kendisinden de fazlasıyla rant üretti. İnşaat yoğunlukları arttı, yeni imar afları getirildi. Kent, inanılmaz bir şekilde yapılaşmaya açıldı. Yerel yönetimler, merkezi yönetim, halk hepsi memnun oldu ama kentler kaybetti. Sevgili Mücella Yapıcı’nın da söylediği gibi, “Kent eşiklerine geldi” ve sürdürülemez bir seviyeye ulaştı.

KÖPRÜLERE YÜKLENEN MİLLİYETÇİ KİMLİK

Boğaziçi Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün yapımının ardından İstanbul’da yaşanan değişimi de değerleniyorsunuz. Köprülerin İstanbul’a etkisini nasıl özetleyebilirsiniz?

Köprülerin hem sosyolojik hem mekânsal etkilerini yazdım. Boğaz Köprüsü’nün İstanbul’un nüfusuna, mekânsal dokusu ve konu stokuna neler eklediğini yazdım. Ele aldığım konulardan biri buydu. Aynı zamanda, köprülere yüklenen Türkiye milliyetçisi kimliği... Bu kimlik, köprüler üzerinden nasıl inşa ediliyor ona baktım. İki köprünün de gerek temel atma töreninde, gerek açılışların yapıldığı törende kamu görevlilerinin yaptığı konuşmalara baktığımız zaman, bu köprülerin kentin trafiğinde oynayacakları rol yerine, Türk milletinin ne kadar güçlü olduğu ve isterse neler başarabileceğine örnekler olarak gösteriliyor. Abartısız söylüyorum, bütün konuşmalar böyle. Bu durum, köprüleri bizim bildiğimiz bir yakadan diğerine geçişi mümkün kılan yollar olarak değil de kimlik inşasının araçları olarak söylüyor. Aslında üçüncü köprünün öyküsünü yazmaya, şayet bir gün yapılırsa, daha o zamanlar, karar vermiştim. Ancak, köprü açılışının yapıldığı gün, köprünün adını duyar duymaz hevesim kaçtı ve bir şey yazmadım. Sonraki Osmangazi, Çanakkale Köprüleri de dahil, köprülerin sosyolojik işlevlerinin yanı sıra kimliksel işlevleri de var.