Aşiretleri, ‘feodalizmin’ bir örneği ve parçası olarak gören modern düşünce ile yetişmiş olanlar için ‘kentsel aşiret’ biraz aykırı bir niteleme sayılabilir. Sosyalizm de dahil olmak üzere modern düşünce aşireti, kapitalizm öncesi toplumsal formların temel araçlarından birisi olarak gördü. Bu yüzden kapitalizmin gelişmesi ve kentleşmeyle birlikte silinecek, geçici bir yapı olarak tarif etti. Bu düşünceye göre kentsel olan, zaten aşiretsel olamazdı. Ne var ki tam da öyle oldu.

Modernizmin aşiret allerjisi öylesine sert işlemişti ki onun yıkılışını kapitalizmin gelişmesine bile bırakmamak için radikal tasfiyeci pratikler üretildi, yasalar çıkarıldı ve aşiret ‘yasaklandı’. Aşiret mensubu ve reisi olduğunu söylemek bile bir yargılama ve ceza konusu oldu.

Aşiret, aslında tam olarak sosyolojik bir olgudur. Sosyolojik olgular herhangi bir politik kararla inşa edilebilen varlıklar değildir. Aksine kendine özgü dinamikleri ve belki de yüzyıllar içinde oluşmuş kültürel/maddi geçmişleri bulunur. Güçleri de bu köklü geçmişten gelir. Bu demektir ki sosyolojik olgular ve onun bir örneği olarak aşiretler politik kararlarla ortadan kaldırılamaz.

Türk modernleşmesinin ve onun siyasal aracı olarak Cumhuriyet rejiminin aşiret olgusuyla kurduğu ilişki bu gerçeklikten bütünüyle muaf, sorunlu bir ilişkiydi. Aşiretleri kanun çıkararak yasaklamak, bu sorunlu ilişkinin tezahürüydü. Cumhuriyet dönemi subayı Ragıp Gümüşpala, 1936’da aşiretleri ‘ilk ve ortaçağ modası bir teşkilat’ olarak nitelemişti. Dönemin basınında modern düşünceyle yetişmiş aydınların aşiret karşıtı yazıları oldukça fazlaydı. Bu yazında önceki dönem aşiret politikaları eleştiriliyordu. Çünkü 1930’lu yıllara gelene kadar bütün devlet politikaları (Osmanlı dönemi de dahil) aşiretleri mümkün olduğu ölçüde devlete bağlamak, devletin kontrolünde tutmak gibi amaçlarla ilgiliydi. Oysa Cumhuriyet rejimi aşiretleri temelli ortadan kaldırmak istiyordu.

Bu amaçla 1934 yılında çıkarılan 2510 sayılı İskan Kanunu, aşirette tüzel kişi tanımıyordu. Önceden aşirete verilmiş herhangi bir hüküm, belge ve ilama dayalı bütün hakları kaldırmıştı. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı, şeyhliğini ve herhangi bir belgeye veya göreneğe dayalı her türlü varolma biçimini yasaklamıştı. Yasadan önce herhangi bir hüküm, belge veya örf ve gelenekle aşiretlerin kişiliklerine veya onlara izafetle reis, bey, ağa ve şeyhlerine özgü olarak tanınmış kayıtlı-kayıtsız bütün taşınmazlar artık devlet mülkiyetine geçecekti. Aşiretlerin adları herhangi bir kişiye veya yerleşime isim olarak bile verilemezdi. Yasanın kabulünden önce aşiretlere reislik, beylik, ağalık, şeyhlik yapmış olanlar aileleriyle birlikte uygun görülen yerlerde iskan edileceklerdi. Kısaca aşiretlere göz açtırılmayacaktı.

Aşiretlere yönelik bu tutum ve politik eğilim erken Cumhuriyet yıllarıyla sınırlı değildi elbette. O yılların modern düşünce sistematiği 27 Mayıs darbesinden sonra adeta güncellenmişti. Askeri yönetim 1 Haziran 1960’ta aşiret mensubu ailelerden 485 kişiyi Sivas’ta bir kampta toplamış; altı ay sonra bunlardan 430’unu serbest bırakarak 55’ini Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Çorum, Manisa, Denizli, Antalya ve İzmir illerine sürgün etmişti.

Erken Cumhuriyetin güncellenen aşiret politikasına karşın muhafazakâr iktidarlar aşiretlerle genellikle açık temas halinde olmuşlardır. Bu anlamda aşiretler modern ve muhafazakâr politik kesimler arasındaki gerilimin de konularından biri olarak kalmışlardır. Aşiretler bu gerilim içinde tasfiyeci pratikler nedeniyle genelde muhafazakâr siyasal kesimlere destek vermişlerdir.

Üzerinden yaklaşık 90 yıl geçtikten sonra bugün, aşiretleri ortadan kaldırmayı hedefleyen yasal düzenlemelerin Türkiye’nin sosyolojik gerçekliğine uymadığı ve işlevsiz kaldığı ortadadır. Yanı sıra kapitalizm ve kentleşmenin de aşiretleri ortadan kaldırmadığını görmekteyiz. Aşiretler form değiştirmiş; kentsel ortamda ve küresel bir olgu olarak ve işlev değiştirerek varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu yüzden şimdilerde kent merkezlerinde aşiret derneklerinin kurulması ve bu derneklerin açılışına en üst seviyede kamu görevlilerinin katılması hiç şaşırtıcı değildir. Bu deneyim, Türk modernleş(tir)mesinin, politika ve pratiklerinin ahvalini tartışmak açısından da ilgi çekici bir ders olarak önümüzde duruyor.