Üretimin büyük ölçüde tasfiye edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Geçmişte sanayi tesislerinin yükseldiği yerlerde, bugün alışveriş ve

Üretimin büyük ölçüde tasfiye edildiği bir ülkede yaşıyoruz. Geçmişte sanayi tesislerinin yükseldiği yerlerde, bugün alışveriş ve iş merkezleri, lüks konut alanları, oteller yükseliyor. Bu durum sadece özelleştirilen kamu arazileriyle sınırlı değil. Bazı büyük holdingler de kendi üretim tesislerini tasfiye edip, arsalarını kar oranlarının çok daha yüksek olduğu gayrimenkul yatırımları için kullanıyor. Dahası, birçoğu üretimden elde ettiği kaynakları gayrimenkul sektörüne yönlendiriyor.
Bunun anlamı şu; bugün Türkiye ekonomisi üretimden çok, kentler üzerinden işliyor. Yani, üretim sektörünün geçmişte konumlandığı yerde, bugün finans sektörüyle iç içe geçmiş gayrimenkul ve inşaat sektörü yükseliyor. Durdurun inşaat sektörünü, alışveriş merkezlerini, arsa vurgunculuğunu Türkiye’yi teğet geçtiği söylenen kriz ekonominin merkezine oturur. Daha doğru bir anlatımla, alt katları kavuran yangın üst katlara doğru yayılır.
Kentsel taşınmazların ve vurgunculuğun bu derece öne çıkmasında devletin oldukça belirleyici bir rolünün olduğu tartışma götürmez. Geçmişte üretimi doğrudan ve dolaylı yollarla destekleyen devlet, bugün aynı şeyi gayrimenkul ve inşaat sektörleri için yapıyor. Bu çerçevede, devletin bu alana stratejik nitelikte iki müdahalesinden söz edilebilir.
Birincisi, kamu elindeki taşınmazları özelleştirme, satış ve uzun vadeli kiralama yöntemiyle, hızla gayrimenkul ve inşaat sektörlerinin kullanımına sunuyor. Bu kimi durumda Karayolları arazisi, kimi durumda orman alanları ve kıyılar, kimi durumda da tarihi ve doğal değerler biçiminde karşımıza çıkıyor.
Devletin ikinci müdahale alanıysa, planlama kararları aracılığıyla, büyük ölçekli projelerin ihtiyaç duyduğu işlevlendirme ve imar haklarının sağlanmasıdır. Bu sayede birçok alanda girişimcilerin talep ettiği imar hakları belediye meclislerinde onaylanan irili ufaklı plan değişikliği kararıyla sağlanıyor.
Bununla birlikte, kamu otoritesinin tekelindeki planlama yetkisinin stratejik kullanımının en çarpıcı örneklerini kentsel dönüşüm projeleri oluşturuyor. Bu projeler aracılığıyla, kentlerin stratejik, ancak yeni kentsel düzen açısından, “atıl” konumdaki bölgelerinin büyük ölçekli kentsel projelerin uygulama alanına dönüştürülmesi hedefleniyor. Dönüşüm projelerinin hedef olarak aldığı alanların dikkate değer bir bölümünü gecekondu bölgelerinin stratejik konumda olanları oluşturuyor. Üretim ekonomisinin emek depoları olan bu alanlar tasfiye edilirken, yerlerini yeni düzenin gözde yeni orta sınıfı için inşa edilen büyük ölçekli lüks konut ve yaşam alanları, alışveriş ve iş merkezleri alıyor.
Gerek kamu arazilerine, gerekse dönüşüm projelerine yönelik alanlarda karşımıza, TOKİ ve Belediyeler olmak üzere, kamusal nitelikte iki otorite çıkıyor. Kamu arazilerini, kaynaklarını ve planlama yetkilerini kullanan bu kurumların yaptığı uygulamalar güçsüz kesimleri tasfiye edip, yerlerine yeni düzenin güçlü aktörlerini getirmekle kalmıyor, aynı zamanda, kullandıkları kaynaklardan hangi kesimlerin yararlandığı konusu da büyük bir soru işaretine dönüşmüş bulunuyor.
Bununla birlikte, yakın dönem uygulamalarına baktığımızda, bu sürecin sorunsuz işlediği söylenemez. Gerek meslek odaları, gerekse bu alanlarda yaşayan “güçsüz” kesimler söz konusu tasfiye süreçlerine dikkate değer bir direniş sergilediler. Fütursuzca yapılan plan değişiklikleri ve uygulamaların azımsanmayacak bir kesimi yargı kararıyla durdurulmuş bulunuyor.
Bu durumun en büyük ‘mağdurunun’ Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ve yönetim anlayışı olduğu konusunda şüphe yok. Ankara’da uygulamaya sokmak istediği “kentsel tahribat projelerinin” neredeyse tamamı yargıya “toslamış” durumda; Ulus projesi, Atatürk Orman Çiftliği, Güney Ankara Gelişim Projesi, Dikmen Vadisi 3. Etap Dönüşüm Projesi ya meslek odaları, ya da vatandaşlarca açılan davalar sonucunda çıkmaza girmiş bulunuyor.
Dönüşümcü anlayışın karşı karşıya kaldığı bu tür sorunlar Ankara kentiyle sınırlı değil. Başta İstanbul olmak üzere, birçok diğer kentte de, mevcut yasal çerçevenin aşırı zorlanmasından doğan, benzer tıkanıklıklar yaşanıyor. Belediyeler yanında, TOKİ, Kültür ve Turizm Bakanlığı gibi son dönemin kamu kaynaklarını sağa sola dağıtan kurumlarının da, yargı denetimine takılan projeler konusunda oldukça şikâyetçi oldukları biliniyor.
Tam da bu rahatsızlıklar nedeniyle, iktidar uzunca bir süredir bu engelleri kaldırmaya yönelik yasa hazırlıkları yapıyor. Kentsel dönüşüm yasa tasarısı bir süre gündemde kaldıktan sonra geri çekildi. Benzer biçimde, Belediye Yasası’nda değişiklik öngören çeşitli metinler de, bir süre ortalıkta dolaştıktan sonra, gündemdeki yerini yitirdi. Bütün bu arayışların sonunda, geçtiğimiz günlerde, Belediye Yasası’nın 73. Maddesinde değişiklik yapan yasa değişikliği tasarısı ilgili komisyonda görüşülüp, kabul edildi. Büyük bir olasılıkla birkaç gün içinde Genel Kurul’a gelip, yasalaşacak. Her ne kadar söz konusu tasarı Belediye Kanunu’nun bir maddesini değiştiriyor görünse de, dönüşüm projelerinin önündeki engelleri neredeyse tümüyle kaldıran bu düzenleme, kentlerimizin geleceği açısından büyük ve kaygı verici gelişmelerin de önünü açıyor.
Durumun vehametini anlayabilmek için, yasa değişikliğinin can alıcı boyutlarına kısaca bakmakta yarar var. Daha önce kentsel dönüşüm alanlarına yönelik bazı projelerin yargıya taşınmasının ve açılan davaların kazanılmasının nedenlerinden biri bu alanların yapılı alanların dışında boş, ancak stratejik nitelikte alanlar olmalarıydı. Kentsel dönüşüm ismi gereği var olan sağlıksız ya da işlevini yitiren alanlara yönelik bir uygulamayı öngörürken, özellikle Ankara Büyükşehir Belediyesi yapılaşma dışı alanlarda keyfi biçimde kentsel dönüşüm alanları ilan etmişti. Bu keyfi uygulamalar beklendiği gibi yargı engeliyle karşılaştı. Yeni düzenleme belediye sınırları içinde, yapılaşma koşullarına bakmaksızın, kentsel dönüşüm alanı ilan etme yetkisini ilgili belediyeye veriyor. Yani yeni düzenleme büyükşehir belediyelerine istiyorsan dağı taşı dönüştür diyor.
Tasarının öngördüğü önemli değişikliklerinden bir diğeri dönüşüm alanlarının planlanış biçimiyle ilgili. Son dönem uygulamaya konan dönüşüm projelerinin bazılarının yargı kararıyla durdurulmasında ilgili kentin nazım planlarında bu alanların başka işlevlere ayrılmış olması vardı. Yeni düzenleme bu olasılığı da, “planlı ya da plansız alanlarda” diyerek ortadan kaldırıyor.  Diğer bir anlatımla, belediye sınırları içinde nazım planların gelişme öngörmediği yerler belediye meclisi kararıyla dönüşüm alanı ilan edilebilecek. Eğer nazım plan bu alanda başka bir işlevlendirme yaptıysa, belediye meclisi üyeleri el kaldırıp, bu alanda işlev değişikliğine gidebilecek. Vahim olan şu ki, bu rant yaratma ve dağıtma hırsıyla geçtiğimiz dönemde planlama kurumunu büyük ölçüde aşındırmıştı; şimdi bu düzenleme çökertiyor. Çünkü söz konusu düzenlemeyle, belediye meclisleri dönüşüm alanlarında plan yapma ve değiştirme (onaylama değil) yetkisini büyük ölçüde uhdesine almış oluyor. Fay hattının yerini, yaklaşma sınırlarını hiçbir teknik donanım olmadan değiştiren anlayış, bu kez plan yapma işini üstleniyor!
Bir başka olumsuzluk tasarının ilçe belediyeleri karşısında hali hazırda aşırı yetkilendirilmiş büyükşehir belediyelerini daha da güçlendirmesi. Tasarı dönüşümle ilgili tüm yetki ve sorumluluğu büyükşehir belediyelerine vermekle kalmıyor, dönüşüm alanı ilan edilen yerlerde, ilçe belediyeleri de dahil, kamu kurum ve kuruluşlarının, eğitim ve sağlık tesisleri haricinde, taşınmazlarını ilgili büyükşehir belediyesine devretmesini öngörüyor.
Özetlemek gerekirse, iktidar ekonominin merkezine koyduğu kentlerde, gayrimenkul ve inşaat sektörüne yeni alanlar yaratma konusunda hukuki sınırları zorlamaya devam ediyor. Tasarı dönüşüm alanı ilan edilen bölgelerde yaşayanların hak arama süreçlerinin yanında, yargı süreçlerine yönelik olarak da önemli kısıtlamalar getiriyor.
Öte yandan, büyük ölçekli projeleri geliştirme ve gerçekleştirmeye yönelik yasal sınırları zorlayan yöntemlerin Türkiye’ye özgü bir durum olmadığını belirtmek gerekir. Konunun uzmanı Sandercock “mega projeleri hızlandırmak için, hükümetlerin hakim planlama süreçlerine kısa devre yaptırıp, söz konusu projeleri kamusal denetim ve demokratik siyasetten kaçırmaya yönelik ‘özel istisnalar’ yarattığını” vurguluyor.
Ne var ki TBMM’nin gündemindeki tasarı gösteriyor ki, Türkiye kentlerinde bu türden durumlar istisna olmaktan çıkartılıp, genel kural haline getiriliyor. Yani otoriterlik denemesinin kentsel ayaklarının inşa edilişine şahitlik ediyoruz.