Bu direnişler geleceğimize sahip çıkmanın yolu olarak karşımıza çıkıyor ve bu anlamda nasıl bir politikaya ihtiyaç olduğuna da işaret ediyor. Geleceğimize sahip çıkmanın yolu, ekosistemlerle birlikte toplumsal hak ve özgürlükleri de tahrip eden kapitalist ve emperyalist saldırılara karşı direnmekten geçiyor.

Kepçenin önü

Ekoloji mücadelesi yurdun dört bir yanına yayılmış durumda. Üzerine kepçe sürülenler, kepçeye geçit vermeyenler, kepçe önüne dizilmiş kadınlar, köylüler, çevrecilerden oluşan fiili direnişler, yaşam ve geçim kaynakları üzerindeki toplumsal tasarrufa ilişkin haklardaki gerileyiş ile bundan vazgeçmeme kararlılığını aynı anda gözler önüne seriyor.

İstanbul’un Kuzey Ormanları’ndan, Munzur’a, Alakır’ndan Salihli’ye, Kirazlıyayla’ya, Toroslar’a, Finike’ye, Bayramiç’e ve daha pek çok yerde en önemli sorunlardan birini ekolojik doğal varlıklarımızın yaşamları altüst edecek biçimde talan edilmesi oluşturuyor.

Neoliberal kapitalizmin, doğayı müthiş bir savurganlıkla tahrip ederek ekosistemleri bir felakete sürüklediğine şahitlik ediyoruz. Kâr güdüsüne dayanan büyüme zorunluluğu ile suyumuz, havamız, topraklarımız artan şekilde piyasa kurallarına tabi kılınıyor; geri dönüşü olmayan hasarlar alıyor, tükeniyor, zehirleniyor, kirleniyor.


1980li yıllarda ülkemizde de etkisini göstermeye başlayan neoliberal küreselleşme dalgası, 2000’li yıllarla birlikte yoğunlaşarak uygulamaya konuluyor ve yağmacı bir boyut kazanıyor. AKP iktidarı dönemine denk gelen bu uygulamaların temelinde inşaat, enerji ve madencilik gibi sektörlerin, sermayenin yeni birikim alanları halini alması yatıyor. Fakat doğal varlıkların korunması için, bu sektörlerin ortaya çıkardığı risklere ve hasarlara karşı önlem almak şöyle dursun, AKP iktidarı, gerek idari ve hukuki düzenlemeler yoluyla gerekse de zor kullanarak ekolojik hasarın önünün açılmasını sağlayan bir tutum benimsiyor.

Tarım arazilerimiz, hazine arazilerimiz, kıyılarımız, derelerimiz, meralarımız özelleştirmeler ve ticarileştirmeler yoluyla sermayenin insafına terk edildi; AVM’lere, şantiyelere, taş ocaklarına, enerji santrallerine, özel sitelere, maden sahalarına, otoyollara, dolgu alanlara, turistik tesislere dönüşmeye başladı.

Ekolojik yıkıma dayanan neoliberal politikalar bir yanıyla toplumsal eşitsizlikleri derinleştirirken bir demokrasi krizini de beraberinde getirdi. Demokrasi krizinin izi, örneğin, kamu yararı gibi toplumu önceleyen bir ilkenin rafa kaldırılmasında görülebilir. Ekolojik ortak varlıklar üzerinde tasarrufta bulunmaya yönelik kamusal haklarımız da gasp edildi. Kamu yararı ilkesi, neoliberal dönüşümün, idari hukuk ve uygulamalara yansıması olarak bütünüyle piyasa koşullarınca belirlenir hale geldi. ÇED süreçlerinde yaşanan dönüşümler, sermaye yatırımlarının yaratacağı çevresel etkilerin değersizleştirilmesi, yalnızca ekolojik olanı değil toplumsal talep ve ihtiyaçları da değersizleştirmeye yaradı. Birçok uygulamada ÇED gerekli görünmezken, halkın bilgi alması ve ifade zemini de ortadan kaldırıldı.

Benzer bir şekilde acele kamulaştırma kararları bir piyasalaştırma politikası olarak işlemeye başladı. Özel sektör lehine, hukuki engeller bir bir ortadan kaldırıldı ve ekolojik talan hız kazandı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de torba yasalar yoluyla şirketlerin faaliyetini kolaylaştıran ruhsat süreçleri, vergi indirimlerine ilişkin düzenlemeler bir gecede hızla karara bağlanır hale geldi.

Nihayet neoliberal dönüşümün önünü açıp özel sektörün çevreyi talan etmesini kolaylaştıran AKP, piyasa aktörü pozisyonuyla bu süreçten kendi gücünü tekelleştirecek biçimde fayda sağladı. Fakat bu yağmanın ortaya çıkardığı, iklim krizi, su krizi, gıda krizi gibi ekolojik hasara ilişkin bir dizi derinleşmiş iktisadi ve toplumsal sorun, artık gizlenemeyecek ve göz ardı edilemeyecek kadar büyümüş durumda.

Bugün itibariyle mevsimler doğal akışında ilerlemiyor. Kuraklık, su kıtlığı, orman yangınları artıyor. HES’lerin akışını bozduğu sular denizlerle buluşamıyor, kentleri parçalayacak biçimde taşkınlar ortaya çıkarıyor. RES’ler arıların çiçeklere ulaşmasını engelliyor, ağaçlar meyve vermiyor. Hayvanlar meralara ulaşamıyor, suni yemlerle gün yüzü görmeden yetiştiriliyor ve yeni türden salgın hastalıklara zemin hazırlanıyor. Endüstriyel tarımın dayattığı kimyasallar topraklarımızı kirletiyor. Monokültürel üretim biyoçeşitliliği tehdit ediyor. Tarım arazileri azalıyor, işlev dışı kullanılıyor; köylüler, çiftçiler, kırdan geçinenler tohumlara, toprağa erişemiyor, borçlanıyor, yoksullaşıyor.

Toplum açlık ve yetersiz beslenme gibi sorunlarla boğuşuyor.

Kepçe önü direnişleri tam da bu gerçeğin karşısında duruyor. Neoliberal kapitalizmin topluma sunabileceği olumlu bir vaadi olmadığını gösteren bu hasarlara karşı birer direniş olarak şekilleniyor. Ekolojik taleplerin öne çıktığı bu direnişler, toplumun, bilgi edinme ve eylem yapma hakkından da; sağlıklı bir çevrede yaşama, yeterli ve nitelikli beslenme hakkından da; temiz havaya, toprağa, suya erişim ve üretim haklarından da; hayvanların, canlıların yuvalarını korumaktan da vazgeçmeye niyeti olmadığını gösteriyor. Bu direnişler geleceğimize sahip çıkmanın yolu olarak karşımıza çıkıyor ve bu anlamda nasıl bir politikaya ihtiyaç olduğuna da işaret ediyor. Geleceğimize sahip çıkmanın yolu, ekosistemlerle birlikte toplumsal hak ve özgürlükleri de tahrip eden kapitalist ve emperyalist saldırılara karşı direnmekten geçiyor.

İster Kazdağları’nda Alamos Gold’a karşı aylarca nöbet tutmak olsun, ister İkizdere’de Cengiz İnşaat’a karşı ses olmak olsun, ister Salda’nın Millet Bahçesi’ne dönüşerek ticarileşmesine itiraz etmek olsun, ister Erbaa’da siyanürle altın aranmasına karşı kamuoyu oluşturmak olsun, ister Kanal İstanbul’a karşı dilekçe doldurmak olsun… saymakla bitmeyecek onlarca direniş, saldırıların ve mücadelenin can alıcılığını ortaya koyuyor.