Kesik

SELİN PELEK

Kışın mat renkleri kışlanın bulunduğu uçsuz bucaksız bozkırı iyiden iyiye kaplamış, çıplak tepelerin ortasında kurulmuş bu gri yapı sanki doğa tarafından kamufle edilmişti. Anadolu’nun tarihi tahrip edilmiş, halkının önemli bir kısmı göç etmiş, kendi halindeki şehirlerinden birinin merkezine bir saat kadar uzaklıkta olan bu kışlanın askerlerde uyandırdığı en yaygın duygu unutulmuşluk hissiydi. Etrafta yaşamın nişanesi olarak sayılabilecek en önemli varlıklar bir kaç ay önce güneye göçen kuşlardı. Böylesine bir çoraklıkta gün sayan askerlerin gündelik hayat tempoları da uykudaki doğanın ritmine göre ayarlanmıştı sanki. Sabahın keskin soğuğu içlerine işlerken, asgari bir hareketlilikle alınan içtima sonrasında herkes günün akmak bilmeyen saatlerini geçireceği görev yerlerine giderdi. Yapılması gereken işler öldürülmesi gereken zamana göre hep erken biterdi. Mutfakta çalışmak hariç…Soyulacak patatesler, yıkanacak tabldotlar, dilimlenecek ekmekler, küçük tepecikler halinde yığılmış çöpler hiç bitmeyen bir döngünün bunaltıcı elemanlarıydılar.

Arda, yıllardır kullanılmaktan dış cepheleri kömüre dönmüş devasa kazanların arasında kendini sadece kabuk soymaya programlanmış minik bir robot gibi hissediyordu. Elinde haftasına körelen, birbirlerine sürterek bileylediği koca bıçaklardan biriyle sabah akşam demeden soğan, patates ve havuç soyuyordu. Askerlik, doğduğundan beri ev hanımı olan annesiyle yaşadığı evinden ilk uzun ayrılışıydı. Bedenini eğitmek ya da silah kullanmaktan çok zarif hamlelerle kabuğu sebzelerden en ince haliyle ayırmayı öğrenmişti. Iki kişinin ancak sığabildiği, fırfırlı örtülerle bezeli mutfakları evinde en yabancı olduğu yer iken, dört aydır neredeyse tüm günü bu ucuz deterjan kokulu dar uzun aşhanede geçiyordu.

Yalnız değildi, çoğu sivil hayatta bir şekilde yemek işine bulaşmış erlerle çalışıyordu. Ancak askerliğinin kısa dönem olması diğer mutfak görevlileri ile arasına görünmez bir iletişim bariyeri koyuyor, dışlandığını hissediyordu. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden bu bozkırın ortasına toplanmış bu gençler Arda’ya göre daha girişken, kendi deyimleriyle daha bıçkınlardı. En cengaverleri çarşı izninde gizlice buldukları ne idüğü belirsiz otları mutfakta bulgur çuvallarının arasına saklıyor, fırsat bulunca da Adıyaman tütünü ile harmanlayıp uyuşuyorlardı.

Körfez Savaşı’nın başlamasıyla kışlayı saran abartılı kaygı durağan yaşamı bir süreliğine hareketlendirse de tepelerinden geçen jet seslerine ve televizyondan etrafı nasıl parçaladıklarını naklen izledikleri Scud füzelerine alışmaları çabuk oldu. İşte bu kulak tırmalayan jet sesli günlerin başında hem de bol apoletli birilerinin ziyaret gününün arifesinde, Erzurumlu Cihat aldığı otun etkisiyle bulgur çuvallarının birinin üzerinde sızmış, yüzbaşının “Otel mi lan burası it herif!” diye nara atmasıyla bile kendine gelmeyince hem sağlam bir dayak yemiş hem de tek kişilik disiplin koğuşunu boylamıştı.

Bugün Cihat’ın tecrit cezası bitiyor, hücreden koğuşa naklediliyordu. Ne var ki gidişi gibi dönüşü de olağanüstü bir güne denk gelmiş, bu sefer de sivil erkânın kışlayı ziyaret edeceği tutmuştu. Gazeteci ordusuyla gelinecek, “dosta güven, düşmana korku” saldığı iddia edilen dürbünlü bir iki fotoğraf çektirilecek, verilen demeçlerde güçlü ordumuzun bölgede barışın teminatı olduğu vurgulanacaktı. Tabii ki menü de bu özel misafirlere göre revize edilmiş, içinde bulgur ve patates olmayan bir liste hazırlanmıştı. Mutfaktaki telaş Cihat’ın mutfağın kapısında belirmesiyle dağıldı. Sol ayağı sargıdaydı.

Acısı çıkarılmış arpacık soğanları ile salatayı süsleyen Arda, Cihat’ın eğreti değneklerine ve yüzündeki acılı ifadeye bakarken elindeki bıçağı baş parmağına, etiyle tırnağının bitiştiği yere sapladı. İncecikten salataya süzülen kan, Arda’nın ustaca hamlesiyle havuç ve nar ekşisi sosuyla gizlendi ve il milletvekilinin hayli şişkin midesinde sindirilmek üzere servis tepsisinde yola çıktı.