Sahi neden ölmüştü Nuh kartopu oynarken? Kartopu oynamak gibi naif ve çocuksu bir eylem nasıl olmuştu da bir cinayete ismini vermişti? Kartopuna kan nasıl bulaşmıştı?

Keşke rüya olsa…

Sibel Köklü - Gazeteci

Rüya değil maalesef, kabus… Kabus bu yaşadıklarımız… Son üç yıldır, ‘yılın ilk karı yağdı’ haberleriyle başlayan kalp ağrısı, 2015 şubat ayında yaşadığımız o üç günlük kar fırtınası ve kartopu cinayetini hatırlatıyor.

Şubat ayında önce ‘Özgecan mezarı başında anıldı’ haberleriyle yükseliyor, 6 gün sonra yani 17 Şubat’ta Nuh Köklü’nün ölüm yıldönümüyle tavan yapıyor tansiyonlar…

Ondan öncesi, ocak ayında öldürülen gazeteciler Uğur Mumcu, Hrant Dink ve Metin Göktepe anısına gerçekleştirilen anma törenleri… Şimdi hepsi bir fotoğraf karesi olarak, zamana karşı yaşlanmadan duruyor Çemberlitaş’taki Basın Müzesi’nde… Nuh Köklü’nün fotoğrafı da Türkiye’de öldürülen 65. gazeteci olarak Basın Müzesi’nin fotoğraf galerisinde asılı duruyor. Mezarı orada olmasa da ruhu o galeride yaşıyormuş gibi garip bir duygu eşlik ediyor müze ziyaretine…
Sahi neden ölmüştü Nuh kartopu oynarken? Kartopu oynamak gibi naif ve çocuksu bir eylem nasıl olmuştu da bir cinayete ismini vermişti? Kartopuna kan nasıl bulaşmıştı?

Biliyoruz aslında… Memleketi yönetenlerin kullandığı ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı, adeta nefret içeren o dil, kendisini yeri geldiğinde asker, polis, alperen olarak gören o esnafa nasıl ulaştı, nasıl onu baharat çuvallarının arasından çıkarıp bir katile dönüştürdü, biliyoruz… Katilin kendi itirafında var, “Polisi çağırsam yarım saatte gelirdi, ben kendim hallettim” diye…

Sanki karanlık bir tünelin içine girdik, yol bitmek bilmiyor… Kaybettiklerimize ağlamaya mayısta Bahadır Grammeşin’le, temmuzda Suruç’ta kaybettiğimiz gençlerle, ekimde Ankara Gar katliamında yitirdiklerimizle devam ediyoruz. Her aya, her güne bir ölümün, bir kıyımın tarihi düşüyor. Haziranlar eylüller zaten hep dolu. Bazen bir güne iki ayrı acı düşüyor.
Kıymetini yeterince bilemediğimiz ve erken kaybettiğimiz şair Ahmet Erhan, 80 öncesini “Alacakaranlıktaki Ülke” kitabında anlatmıştı;

“Her şeyde bir alacakaranlık vardı. Ve o alacakaranlık önceleri bir ülkenin görünümünü simgelerken, daha sonra tüm insansal ilişkilerin içine sızdı. Bir toplumsal değer karmaşası, bir belirsizlik ortamının içine sürüldük… Benim kuşağımın tarihi insan yaşamını hiçe saymaların, ölümün tarihidir… Ülkemiz bir toplumsal çılgınlığın içine sürüldü. Gerçek bir alacakaranlık, tedirginlik ve korku ortamının içine attılar ülkemizi…”

Sanki aradan 40 sene geçmemiş… Yine bir toplumsal çılgınlığın içindeyiz. Çılgınlıklara doyamıyoruz… Nuh Köklü’nün öldürüldüğü gece, Meclis’te yasalaşmasın diye mücadele ettiği iç güvenlik paketinin uygulanmasını bırakın, şimdi adına savaş demenin bile neredeyse yasak olduğu bir operasyonu izliyoruz televizyonlarda. Tarih boyunca Amerikancı politikalar izlemiş, “Komünistler Moskova’ya” diye bize kapıyı göstermiş zihniyet, şimdi Amerika’yı Marksist, Leninist, ateist vs. olmakla suçlayıp, tarihindeki emperyal politikalara dönüş yapmış Rusya ile birlikte hareket ediyor. Bu çılgın politikaların sonucu belki de ülkeyi alacaranlıktan derin bir uçuruma sürükleyecek, bilmiyoruz. Müdahale edemiyoruz…
Bildiğimiz ve istediğimiz tek şey, bırakın bu ülkede insanlar eceliyle ölsün… Sivillere silah satışını yasaklayın ki internetten 500 liraya alınabilen av tüfeğiyle Helin’ler okul önlerinde öldürülmesin. 6 yaşında çocukla nikâh kıyılabilir, 9 yaşındaki kız evlenebilir saçmalıklarını yayan dinbazlara fırsat vermeyin ki 3 yaşındaki çocuklar tecavüze uğramasın. Evlenmek kadar boşanmanın da doğal ve hayatın bir parçası olduğunu kabul edin ki kadınlar boşanmak istediği için kocaları tarafından öldürülmesin…

Bütçeyi silahlanma için değil eğitim için kullanın ki tek başına deniz kenarında oturan bir kadın mahalleli tarafından tehlikeli diye polise ihbar edilmesin.

Düşünmek ve düşündüğünü ifade etmek suç olmasın,

Tutuklu gazeteciler özgür kalsın,

Ahmet Şık tahliye edilsin,

Çok şey mi istiyoruz?