Hayat ve ölüm dilemmasında, hayata dair olduğu söylenen her şeyi hemen doğru kabul etmeye başlıyoruz. Tartışmadan, zamanı ve zemini düşünmeden ve itirazın ilk şartını ihlal ederek…

Dilemmanın hayat tarafında yüreğinizden daha değerli, yüreğinizden daha önemli bir kişi yatıyorsa, dilemmanın ölüm tarafında olmaması için tartışmayı, önceyi ve sonrayı es geçiyorsunuz.
      

Hayat ve ölüm dilemması karşısında çaresizliğiniz keşke deme aşamasında karşınıza çıkıyor. Ama keşke deme aşamasında dilemma çözülüyor. Dilemma bitmiş oluyor. Ölüm bizi yeniyor. Kalbimize ve sırtımıza vurduğu bir bıçak keskinliğindeki acıyı da ekleyerek…

Bıçağın keskin tarafında olan duyar acıyı. Kabzayı tutan, küt tarafta duransa, ne duyar bilemem. Çünkü hep keskin taraf düştü payımıza. Keskin tarafla muhatap olmayı, bıçağa karşı durmayı seçtik belki…

Bize bunu öğretenlerden birisiydi Kemal Abi. İlk tanışmamız Tuzla’da dört devrimcinin yargısız infazla katliyle ilgili dava sırasında olmuştu. Yirmi küsur yıldan daha öncesi. Öğretme edası takınmadan öğreten, inceliği, alçakgönüllülüğü, dostluğu yalın bir nefes gibi doğallıkla yaşatan… hem dost, hem abi, hem arkadaş hem yoldaş. Savaşmayı da gülmeyi ve güldürmeyi de çok iyi bilen. Çokları için arkaik bir kavram olan “görev” sözcüğünün için her zaman en okkalı bir biçimde dolduran. Ölümcül hastalığı sırasında 12 Eylül müdahale dilekçesi için görüşünü sorduğumuzda ilk sözü “görevimizdir” olmuştu; “Görevimizdir, beni de yazın.” Hepimizden genç, hepimizden heyecanlı.

Hastalığın başından beri sürekli ilişkide ve iletişimde olan Halis Yıldırım kardeşim “Sevenlerinin, dostlarının haberi olsaydı, burası miting alanına dönerdi” demişti; ilk ameliyatında, hastanede bir yakını ile konuşurken. Odasının önüne kadar gelip, içeri girmekte tereddüt etmiştik. “Burada olduğumuzu bilmesi yeter” diye içeri haber salmıştık. Çünkü, zor tedavi sürecinde başka bir hastalık kapmaması gerekiyordu. Yakınları böyle söyleyince, tartışmasız kabullenmiştik. Görmek bencillik olurdu, yalıtılması ise gerçekçilik ve zorunluluk! Bizim tereddütümüze karşın, derhal içeri çağırmıştı bizi. Her zamanki gülümsemesi ve şakalarla.
        
Keşke, iyileşme için yakınlarının kararı olan mutlak yalıtıma inanmasaydık. Cümlenin sonu ölümle bitiyorsa, cümlenin başına inanıyorsunuz işte. Dilemma sizi kör ediyor. Küt ediyor. Aklınız kesmiyor düğümü. Ölümü yenebilmek umuduyla her şey doğru kabul ediliyor bir anda.
        
Gerçekçilik ve bencillik sınırında olduğumuz düşünüp, gerçekçiliği seçtiğimiz zannıyla avutmuşuz kendimizi. Hastanenin önünü miting alanına çevirmenin, onun sağlığı için olumsuz sonuçlar doğuracağını, ziyaretten uzak tutma seçiminin ölümü yeneceğini düşünmek yanılgıysa, biz bu yanılgıya düşmüşüz.

Şiir için, yazı için asla söylemeyeceğim bir cümle; ben kötü bir avukat değilim. Ancak ben ölsem en fazla biraz iyice bir avukat ölmüş olur: İnsanları savunma cephesi hiçbir şey yitirmez. Ki asla tevazu değil bu söylediğim ve benden iyi nice avukatlar var. Ama Kemal Abi ile birlikte geri dönülmez bir biçimde bir özel tarz, bir savunma ustalığı bu hayattan koptu gitti…               Ölüm, dilemmanın ayakta kalan tarafı oldu.

Haftanın çağrısı; “Kemal Keleşoğlu için kalbinizde binlerce ömürlük saygı duruşu…”