Bir süredir, herkeste kafa karışıklığı artmış durumda. Salgının etkisi, eğitim ve sağlık sistemlerindeki belirsizlikler, eksiklikler, ekonominin gidişatı vs… Siz de etrafınıza dikkat ederseniz, sürekli olarak insanların “Bilmiyorum” dediğine tanık olabilirsiniz. Her uzman, birbirinden farklı şeyler söylüyor. Kafa karışıklığı, aynı zamanda bir savunma mekanizması, asıl düşünülmesi gerekenlerden uzak tutan, karar vermeyi güçleştiren. Belki de artık bir hastalık oldu. Örneğin Trump’ın iyileşmeden hastaneden çıkmasıyla ilgili tartışmalar, tam bir kafa karışıklığı… Gittiği her yere virüs saçan Başkan, dışarı çıkın, korkmayın diye öğütlüyor, ABD’de 210 bin kişi hastalıktan ölmüşken. Tüm dünyada ciddi bir kafa karışıklığı olduğunu düşünebiliriz, bu da net konuşan liderleri, hayatı siyah-beyaz gören insanları, mutlaklık yanılsamasını öne çıkartıyor sanki.

Kafa karışıklığı, bazı yönlerden faydalı, çünkü başka türlü hayatın nasıl da muğlak bir süreç olduğu kavranamaz. Kafa karışıklığı üzerine düşünürken, Paul Auster’ın ‘İç Dünyam’ adlı eserindeki eski eşi Lydia Davis’le mektuplaşmalarına rastladım. Paul Auster’ın romanlarını çok severim, Lydia Davis’in de öykülerini… Paul Auster, o zamanlar evli olduğu Lydia Davis’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Öyle zor ki! Anlarsın ya, bu hayat denen mesele hakkında kafam iyice karışık. Her şey altüst, sarsılmış, paramparça. Hep de böyle olacağını biliyorum -kafa ka­rışıklığı. Hastalandığını söyleyip beni buraya çağırdığın gece... sana yaşamın iyi olduğunu söylediğim için ken­dimden nasıl da nefret ettim. Ne anlamı var? Neden ya­şamalı? Durduk yere sorun yaratmak istemiyorum. So­nuçta inandığım, başka her şeyden çok inandığım şey, önemli olan tek şey aşk. Nasıl bayat bir klişe oldu… Ama inandığım şey bu işte. İnanmak. Evet. İnanıyorum. Aşk olmazsa yitip giderim, ne yapacağımı bilemem. Aşk ol­mazsa hayat berbat bir şakadan ibaret…”

Paul Auster’ın ‘bayat bir klişe’ dediği, hayatta aşktan başka inanacak bir şey yok sözüne İkinci Yeni şairlerinin de söylediğini hatırlıyorum. Bu bayat klişe, öylesine derin anlamlar barındırıyor ki içinde, bir başka yazıda uzun uzun bahsetmeyi planlıyorum. Paul Auster, aynı mektubunda Lydia Davis’e yazarlıkla ilgili bir nasihatte de bulunuyordu ki, belki de insanı kafa karışıklığından kurtaracak şeyi, o nasihatte bulabiliriz: “Yeniden baş­lamak, yazabilmek için kelimenin tam anlamıyla kendini düşünmeye vermelisin. Doğrusu, bu gerçekten sancılı bir şey. İşte o zaman gizli kalmış şeyler ortaya çıkacak. Her günkü Lydia’yı, kız kardeşinin Lydia’sını, annen ile babanın Lydia’sını, Paul’un Lydia’sını unutman gerek ­-ne var ki, ancak o zaman ‘ilham’ yoksunluğu yaşamadan onlara geri dönebileceksin. O iki dünya bağdaşmaz de­miyorum, ama o iki dünyanın birbirleriyle olan bağlantı­larını fark etmelisin.”

Dünyadaki ve hayatımızdaki kafa karışıklıklarından bizi kurtaracak şey, “tam anlamıyla kendimizi düşünmeye vermek” olacak, hayatın içinde bize giydirilen bütün kimlik ve rollerden, üzerimize boca edilen korku ve kaygılardan sıyrılarak “gizli kalmış şeyleri” ortaya çıkaracak ‘hakiki kendiliğimiz’le düşünebildiğimizde. ‘Aşk’a gelecek olursak, sanırım aşka inanmak, bunu bizim adımıza zaten kendiliğinden yaptığı için, bütün bu yazar ve şairleri peşinden sürüklüyor, hayatın muğlaklığına dokunabilmenin ve akışa bırakmanın en kestirme yolu…