Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu duruma ilişkin değerlendirme ve analizleri, bu köşe dâhil, pek çok yerde okuyorsunuz ve başta ekonomi kanalları olmak üzere televizyonlarda dinliyorsunuz.

Bu analizlerde filanca gösterge şu iken bu olmuş, bilmem ne oranı şu kadar değişmiş, banka bilançoları şu hale gelmiş gibi pek çok şey duyuyorsunuz.

Eğer Türkiye, ders kitaplarında anlatılan yönetim modellerinden birisi ile yönetiliyor olsa idi bütün bu analizler anlamlı olabilirdi.
Ancak mevcut yönetim modeli bu tür analizleri açığa düşürüyor. Bu model yerinde durduğu sürece ülkenin ekonomik olarak düzlüğe çıkma imkânı da yoktur. Neden mi? Anlatayım.

30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarını salgını gerekçe göstererek yasaklayan iktidar, bir gün sonra sanki salgın bitmiş gibi, Giresun’da miting yapabiliyor. Keyfi uygulamaların son bir hafta içinde gördüğümüz örneklerinden birisi de budur. Keyfi uygulama, kurala bağlı olmayan demektir; gönlüm nasıl istiyorsa öyle yaparım anlamı taşır. Keyfiyet iktidarın amacına hizmet etmek için kullanıldığından, açıklanan verilere de itibar edilmiyor. Salgından enflasyona kadar, açıklanan verilere vatandaşlar inanmıyor. Haksız da değiller. Gördükleri ile kendilerine anlatılanlar arasındaki farkı biliyorlar.

Ekonomi, iktidar gücünü elinde bulunduranların keyfine göre yönetilebilecek bir şey değildir. Yönetimin “uygun gördüğünü” ekonomi aktörleri kabul etmek zorunda da değildir. Çünkü ekonomi keyfiyete değil, insanların pozisyon almalarına göre sonuç doğurur. Ekonomik karar alanların nasıl davrandıklarına ilişkin de kocaman bir iktisat yazını ortada duruyor.

Bizde uygulanan bir ekonomi politikası yok. Duruma göre, bir sorunla karşılaştıklarında, ki çok sorunumuz var, anlık(palyatif) bir çözümü devreye sokuyorlar. Çözüm dediğime bakmayın. Öyle ekonomi kuramlarında karşılığı olan şeylerden söz etmiyorum. Daha ziyade durumu kurtarmaya yönelik işlerden bahsediyorum. Mesela, kamu bankalarının döviz açık pozisyonu mu var, hemen onlara döviz cinsi tahvil vererek bilançolarını makyajlıyorlar. Bu nedenle sorunu çözmek için buldukları yöntem sorunları çözmüyor, belki geçici bir süre ötelenmesine imkân veriyor. Bu da sorunların büyüyerek birikmesine yol açıyor.

Ekonomi politikalarının başarılı olması için “3K” koşulunun sağlanması gerekir: Kurallar, kurumlar ve kurullar.

Her sabah Resmi Gazete’de bir karar yayımlayarak kuralları istediğiniz gibi değiştiremezsiniz. Çünkü bu belirsizliğe yol açar ve insanlar hangi kuralların nasıl ve ne zaman değişeceği konusunda tahminde bulunamayacakları için karar almaktan kaçınırlar, mesela yatırım yapmak istemezler.

Kurumlar da kendilerinden beklenen görev alanlarını aşan işlere kalkışırlar ise -örneğin BDDK’nın aktif rasyosu uygulamasında olduğu gibi bankaları kredi vermeye zorlaması- objektif gerekçelerle karar almak yerine belli bir amaca hizmet etmek için karar aldıkları algısı oluşur ki bu da olumsuz sonuç doğurur.

Kurullar da önemlidir. Sahip oldukları bilgi ve deneyim ile ortak aklın ortaya çıkmasına ve doğru işlerin yapılmasına yol açar. Oysa bugün adı kurul olan pek çok yapının kararlarını oluştururken bilgi birikimi ve deneyimlerinden ziyade iktidarın beklentilerini karşılamaya yönelik gayret içinde olduklarını görüyoruz.

Bu nedenle en yapısal sorunumuz olan “Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi” modelini değiştirip parlamenter sisteme geçmeliyiz. Böylelikle tüm iktisatçıların yüksek sesle söyledikleri “yapısal reformlar” sürecinin ilk ve en önemli adımını atmış oluruz. Diğer adımlar da zaten sırasıyla atılacağı için, ekonomide köklü bir dönüşüm sürecini de başlatmış oluruz.