Barış Akademisyeni Vahdet Mesut Ayan, “Hegemonya sadece zor aygıtlarını kullanarak kazanılmıyor. Aksine güç aygıtlarını kullanmak toplumsal rızanın kazanılmadığını ve kültürel yönetimin zayıfladığını ortaya çıkaran en önemli göstergedir” diyor.

KHK’ler, kayyumlar ve direniş

İSMAİL ÖZKAN ÖZÖNEY

KHK’lerle yüzlerce muhalif akademisyeni üniversiteden uzaklaştıran AKP, yine de bilimsel ve kültürel alanda hegemonyayı elde edemedi. Öğrencilere yönelik polis baskısı, hukuksuz tutuklamalar ve OHAL uygulamalarıyla üniversitelerin üzerindeki baskıyı giderek artıran AKP, son olarak Boğaziçi Üniversitesi’nin başına kayyum atadı. Atamanın ardından oluşan muhalefet baskısı sonucunda kısmi bir geri adım atmak zorunda kaldı. Ancak AKP’nin üniversitelere yönelik hamleleri bununla da bitmedi. Bu durum OHAL Komisyonu’nun KHK ile işlerinden uzaklaştırılan akademisyenler için verdiği Anayasa Mahkemesi’nin ‘hak ihlali’ kararını da tanımayarak verdiği ret kararlarıyla bir kez daha gözler önüne serildi. KHK ile işlerinden uzaklaştırılan iki Barış Akademisyeni DTCF Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Süreyya Karacabey ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Vahdet Mesut Ayan ile KHK sürecinde yaşadıkları, OHAL Komisyonu’nun ret kararı, AKP’nin üniversiteye müdahaleleri ve mücadele olanaklarını konuştuk.

Süreyya Karacabey

khk-ler-kayyumlar-ve-direnis-943933-1.

İşten çıkarılma sürecinizi ve daha sonrasında yakın zamanda OHAL Komisyonu'nun işe dönme talebinize verdiği ret kararını anlatır mısınız?

Bu hikâye, Barış İçin Akademisyenler Bildirisi'ne imza atmamızla başladı. Daha sonrasında ise Tayyip Erdoğan'ın sözde akademisyenler çıkışıyla birlikte rektörler kendilerine buradan bir görev çıkarıp, hakkımızda neyin soruşturulduğu belli olmayan soruşturmalar başlattılar. Arkasından ilan edilen OHAL ile birlikte KHK'larla işten çıkarıldık. Bunun tekrar gündeme gelmesinin sebebi ise hakkımızda terör suçlamasıyla açılan davalardan beraat almamıza rağmen sonrasında başvurduğumuz OHAL komisyonunun işe dönme talebimizi reddetmesi. OHAL komisyonu bu noktada hukukun verdiği kararı önüne koymadı. Onun yerine üniversitenin bizi kamu görevinden çıkarmasını önüne koydu. Üniversitenin de bizi işten çıkarma sebebi 'devlete sadakatsizlik'. Bizim kamu görevlisi olduğumuz söyleniyor ancak bizler İç İşleri Bakanlığı'nda çalışan memurlar değiliz, akademinin doğası eleştiridir ve bu bizim kamusal görevimizdir. Ortada bir sadakatsizlikten söz ediliyor. Bizim sadakatimiz hakikatedir, hakikatten yana olmak bizim görevimizdir.

AKP'nin kültürel hegemonyasını hiçbir zaman kuramadığını biliyoruz. Aynı zamanda üniversitelere de baskı aygıtını kullanmadan 'giremeyen' bir iktidar var. Siz tiyatro bölümünden bir akademisyen olarak bu iki durumu nasıl yorumlarsınız?

Kültürel hegemonya denilen şeyin dışında kaldıklarının çok farkındalar. Çünkü kültürel alan bir birikimin sonucunda ortaya çıkmıştır ve bu da mücadele süreçlerinin bir sonucudur. Bu birikim yabana atılacak, kolay kolay nüfuz edilebilecek bir birikim değildir. Bu birikim, onların ilgi alanlarının dışında bir yerde gelişti. Yani bir insanın hayat görüşü, onun tekil olarak sanat yapmasını engellemeyebilir; fakat kültürel hegemonya dediğimiz şeyi oluşturan unsur, kendi dönemine göre muhalif olarak nitelenen kişilerdir. Bu alana girmeye heveslendikleri anda entelektüel anlamda ve sanat anlamında iyi isimler ortaya çıkaramadılar. İktidarın elinde bir tek İskender Pala vardı, Şehir Tiyatroları'nda edebi kurula getirmişlerdi ve onun romanlarından bir şeyler yapıyorlardı. Fakat solukları bu kadardı ve yetmedi. Ele geçiremedikleri bir alan olduğu için de daha hırçın, dışlayıcı ve sert davrandılar bu alana. Aynı şey üniversiteler için de geçerli. Sanatçıları, akademisyenleri itibarsızlaştırmayı çalışıyorlar. Ülkenin tüm sanatsal ve kültürel birikimine, bilgi birikimine -hepimizin birikimine- düşman birikimi gibi bakan bir iktidar var. Üniversitelerden nefret ediyorlar, Boğaziçi'nde yapılanları görüyoruz. Mesela bizleri Batılı olarak lanse edip, halkın gözünde itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Ben bir taşra kentinde doğdum ve tüm eğitimimi devlet okullarında aldım ve kamu üniversitesinde çalıştım ancak çocuklarını ABD'de okutan birtakım adamlar bana yerlilik anlatıyorlar. Süreç bize gösterdi ki bu alanlarda asla başarılı olamayacaklar ve ele de geçiremeyecekler. Bu alanların sesini kesmeye çalışıyorlar ancak tarihsellik diye bir şey var bir gün gidecekler ve bizler tekrardan bu yıkıntılardan bir şeyler yaratacağız.

Bundan sonra, neler yapmalıyız ve siz mücadelenizi nasıl sürdürmeyi planlıyorsunuz? Bir de bir gün işinize iade edildiğinizde yapmayı planladıklarınız nelerdir?

Bireysel olarak, hocalığı sürdürmeye ve ulaşabildiğim kadar öğrenciye ulaşmaya çalışıyorum. Bir taraftan elbette öğrenciliği de sürdürüyorum. Muhalif, rahatsız edici bir ses olarak hayatımı sürdürüyorum. Bu uzun bir yol, bu iktidarla bitecek bir şey de değil. Bu iktidar yokken de üniversitelerde her şey güllük gülistanlık değildi. Şu anda bir varlık-yokluk tartışmasında olduğumuz için, başka şeyler konuşamıyoruz. Bu günler geçtiğinde; bu kez daha demokratik, çok sesli bir akademi mücadelesi vereceğiz. Öncesinde de akademinin; öğrenci ve hoca arasında ayrımlar üreten kibirli haline karşı çıkıyorduk. Yıkılması gereken çok şey var ancak bugünlerde çok daha hayati şeyler için mücadele vermek zorundayız. Ben hayatımı bile bir plan dahilinde yaşamıyorum bu yüzden de işe dönüşümle ilgili bir plan yapmadım. Ancak bir gün şöyle bir şey söylemiştim; eğer işe alınırsam “DTCF’nin bahçesine motorla gireceğim.”

Vahdet Mesut Ayan

khk-ler-kayyumlar-ve-direnis-943934-1.

Akademiden ihraç edildikten sonraki süreç nasıl gelişti? Yaşadığınız zorlukları kısaca anlatabilir misiniz? İşsiz kaldığınız bir dönem oldu mu? Bununla nasıl mücadele ettiniz.

İhraç edildikten sonra epey bir süre işsiz kaldım, açıkçası çok zor bir süreç oldu benim için. İhraç edildiğimde doktora ders aşamasındaydım, dolayısıyla eğitimim de devam ediyordu. Hem geçim telaşı hem de doktorayı sürdürmek yıpratıcı oldu, ancak sürecin epey zor olduğunu geriye baktığımda daha iyi anlıyorum. Tüm bunların yanında güzel şeyler de oldu; sendikamızın ve Ankara’daki dostlarımızın, hocalarımızın gösterdiği dayanışma beni ve arkadaşlarımı ayakta tutan en önemli etmendi. Dayanışmanın, örgütlülüğün, paylaşmanın önemini bir kez daha idrak ettim. İyi olan diğer şey de doktora eğitimimi tamamlamamdı sanırım. Akademiden resmi olarak sürüldüğüm dönemde çalışmalarıma devam etmenin bir mücadele biçimi olduğunu düşündüm hep. Yanılmadığımı düşünüyorum, yine geriye baktığımda bu sürecin bana düşünsel anlamda epey bir şey kattığını anlıyorum. Yani biraz da Nazım Hikmet’in dediği gibi “Fakat devam ediyor bizimkisi sevmek, düşünmek ve anlamakta devam ediyor kafam.” İşte tüm süreci bu mısralarla özetleyebilirim aslında.

İktidarın KHK’lar ile başlayan üniversitelere saldırısı, bugün kayyumlar ile sürdürülüyor. AKP’nin bir türlü hegemonyasını tesis edemediği üniversitelere karşı, tamamen bir baskı ve zor kullanma yöntemine geçtiği görülüyor. Süreci ve direniş pratiklerini nasıl yorumlarsınız?

Haklısınız. Üniversiteye yapılan saldırılar, rektör olarak atanan kayyumlar ve dahası belediyelere atanan kayyumlar tek ve bir politikanın ürünü. Bu ve benzer politikalar bir yanıyla iktidarın baskı gücünü gösterirken diğer yandan hegemonyasının zayıfladığını gösteriyor. Çünkü hegemonya sadece zor aygıtlarını kullanarak kazanılmıyor. Aksine güç aygıtlarını kullanmak toplumsal rızanın kazanılmadığını ve kültürel yönetimin zayıfladığını ortaya çıkaran en önemli göstergedir. Zaten AKP Genel Başkanı Erdoğan da bunu ara ara dillendiriyor. Hegemonya açısından baktığımızda ve yine Gramsci’nin terminolojisini kullandığımızda iktidarın konjonktürel bir krizde olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Mücadeleyi de bu perspektiften yürütmemiz gerekiyor, zira karşımızda kriz içinde bir iktidar var. Tüm demokratik haklarını kullanarak ve örgütlülüğün gücüyle AKP’yi aşabiliriz. Hakikati dile getirmek, sokağa çıkmak; daha iyi ve eşitlikçi eğitim, sağlık, ulaşım politikalarını talep etmekle başlayacak her şey. Yoksa “nasıl olsa krizdeler ve gidecekler” dediğimizde bir şey yapmadığımız gibi krizin atlatılmasında da iktidara süre tanımış oluyoruz.

Özerk, demokratik, bilimsel üniversite tanımını nasıl yaparsınız? Bu amaç doğrultusunda yürütülecek mücadelenin kapsam ve araçları ne olmalıdır?

Her şeyden önce üniversitenin ve diğer eğitim kurumlarının piyasa faktöründen arındırılıp yeniden yapılandırılması gerekiyor. Özellikle 1980 sonrası üniversite-piyasa işbirliği, eğitimin kullanım değerini zedeledi. Daha iyi bir toplum, daha iyi bir ülke daha iyi bir dünya için eğitim yerine, tamamen piyasa odaklı eğitim anlayışı aşamalı bir biçimde yerleşti. Bunun yanında YÖK gibi kurumlarla bilimsel özerkliği ve ifade hürriyetini baskı altına alarak üniversiteleri siyasal iktidara daha bağımlı hale getirdi. Mücadele sürecini bu gidişatı tersine çevirmek için geliştireceğimiz yöntem ve amaçlar doğrultusunda ilerletebiliriz.